|

Alem Buysa Kral Kim?

“Son Fotoğraf Sanatçısı Benim” : Alem Buysa Kral Kim?

 

Aklımda bu başlıkta bir yazı yazma düşüncesi yokken, yukarıdaki başlığın ilk bölümünün yani “son fotoğraf sanatçısı benim” diyen ve insanda derin merak uyandıran cümlenin büyük puntolarla başlık olarak yer aldığı bir gazete röportajı ile daha yakından ilgilenmek, fotoğrafseverleri de konuyla ilgili bilgilendirmek için, önce fotoğraf ve yeni teknolojiler yani dijital üzerine, ardından da fotoğrafın bittiği-biteceği yer konusunda düşündüklerimi sizlerle de paylaşmak istedim. (insan bu kadar çarpıcı bir yorumla karşılaşınca cümleyi bitirmekte zorlanıyor haliyle!!!)

Evet, beni bu kadar meraklandıran son fotoğraf sanatçısı kimdi?

Her şey bir pazar sabahı (19 Ocak 2003) Milliyet gazetesinin Pazar ekinde okuduğum bir röportajla başladı. Bu efsane cümle, gazetedeki tanımlamayla, “magazin ve politika ünlülerinin fotoğrafçısı” Erol Atar’a aitti. Neredeyse tam sayfa diyebileceğim uzunluktaki röportajda fotoğraf(çılık) üzerine söylenmiş cümle sayısı 4’ü, 5’i geçmiyor ve yazı tahmin edileceği gibi, daha çok E.A’nın objektifine teslim olan magazin ve politika ünlülerimizin fotoğraf çekimleri sırasındaki “özel” yanlarını anlatıyordu. Sibel Can’ın ne kadar kaprisli olduğunu, Mehmet Ağar’ın zamanının azlığını ya da Tansu Çiller’le Deniz Baykal’ın rahatlıkları gibi kıymetli bilgiler ediniyorduk bu röportaj sayesinde. Sayfa bir de ünlü fotoğraf sanatçısının magazin ve politika ünlüleriyle birlikte, çekim sonrasında çekilmiş hatıra fotoğraflarıyla bezendiğinde karşımıza: son fotoğraf sanatçımızın  portresi (mi?) çıkıyordu.

E.A’nın fotoğraf üzerine cümleleri şöyle:

  1. fotoğraf sanatı dijital teknolojinin kullanımıyla değişmiştir. (nasıl?)
  2. dijital teknoloji fotoğraf sanatçılığını yok etmiştir. (yine nasıl?)
  3. ve aynı yeni teknoloji herkesi fotoğrafçı yapmıştır. (bir nasıl? daha.)

Fotoğrafın, dijital teknolojinin kullanımıyla, değişmekten çok çeşitlendiğini ve fotoğrafçıya esneklikle birlikte hız kazandırdığını söylemek daha doğru. Dijital; pratik ve teknik anlamda film teknolojisine nefes aldırıcı ve özellikle de 2., 3. kişilere de bağımlı olunan noktalarda (film banyo, renk düzeltme, renk ayırımı vb.) fotoğrafçıyı rahatlatan, esneklik ve zamanın yanısıra, sonuçlar anında görülebildiği ve gerekli değişiklikler hemen uygulanarak nihai sonuçla ilgili bilgi sahibi olunabildiği için hem hata payını hem de çekim sırasında gözden kaçabilecek riskleri en aza indirme imkanı sağlayan gelişmiş bir yöntemdir aslında. Bu yöntemin çekilen fotoğrafı daha fotoğrafçıya ait kıldığını düşünüyorum. Böyle düşünmemin asıl sebebi de çekimden başlayarak baskıya kadar uzanan bütün sürecin, çekim koşullarını en iyi bilen tek kişi olan fotoğrafçı tarafından takip  ve kontrol edilebiliyor olmasıdır. Bu yöntem başından beri konvansiyonel yani kimyasal yöntemle karşılaştırılageldi. Film peliküllerinde olduğu varsayılan sıcaklığın, duygunun (itiraf edeyim bu duyguyu anlamıyorum) CCD çipinde olmadığı, olamayacağı, filmin insana sıcak ve  yakın oluşuna karşılık dijital görüntünün, soğuk ve uzak yanı vurgulandı hep.

Bir fotoğrafçı olarak filmle çalışmayı seviyor olabilirsiniz, ama eğer sonuçta hedefiniz varolan yöntemlerden en uygununu seçerek/kullanarak (tabii eğer dijital yüksek ilk maliyet engeli aşılarak alternatiflerinizden biri olabildiyse), olabildiğince doğru fotoğrafa yaklaşmaksa, yaptığınız işe hangi yöntem daha uygunsa onu kullanırsınız (ne kadar reddedersek edelim, dijital teknoloji fotoğraf dünyasına sağlam, sıkı bir alternatif olmuştur), bu noktada duygunun fazla önemi olduğunu sanmıyorum.  Duygunun çekim yönteminin seçimiyle ilgili  değil, ama çekilen obje ya da insanla kurulan ilişkide önemli ve gerekli olduğuna inanıyorum.

Dijitalle birlikte araya (öğrenilmesi birinci elden şart olan) bir bilgisayarın, pek çok yeni/farklı işletim/yöntem ve bilginin, zincirleme komutların, ve değişkenin girdiği doğrudur: örneğin dijital yöntemi kullanarak fotoğraf çeken bir fotoğrafçı (eğer işinin daha doğru sonuçlanmasını istiyorsa) rengi mutlaka öğrenmek durumundadır çünkü o, çektiği ürünü ve renklerini gören kişi olarak bu işi en doğru yapacak kişidir. Bu ise, bilgisayara, programlara daha yakın ve hakim olmayı, öğrenmeyi ve gelişmeleri de sürekli izlemeyi gerektirmektedir. Daha 1996’da kullanmakta olduğumuz tarayıcı arkalıklarda (scanning backs) bir ön görüntü (polaroid ya da preview karşılığı olarak) için 30-40Mb’lık çekimler için yaklaşık 10 dak. beklemek gerekir ve renk düzeltme yazılımları o kadar gelişkin değilken (o yıllarda renk işleme programı olarak bir tek photoshop kullanılırdı çünkü profesyonel arkalıkların kendi renk işleme programları yetersizdi), bugün dijital arkalık ve makinalar artık SLR makinalar gibi, o hızda kullanılabilmekte ve sonuçları hiç de göz ardı edilemeyecek bir iyilik seviyesinde seyretmektedir. Ama bizler yeni bilgiyi ve öğrenmeyi fazla sevmediğimiz için, gene en kolay yöntemi seçerek dijital yöntemi beğenmedik, ilgilenmedik ve reddettik (dağ dağa küsmüş, dağın haberi olmamış.) Türkiye’de hal böyleyken 98 ve 99’da dünyada fotoğrafçıların yaklaşık % 25’i dijital yöntemi kullanmaya çoktan başlamıştı bile... Ama bizler kendi içimizde nedense “dijital çıktı mertlik bozuldu” bozuk plağını çalarak, topu her zamanki gibi taca atmayı tercih ettik. Bunun aslında bir tercih değil, korku kaynaklı bir reddediş olduğunu düşünüyorum. Bilmediğiniz şeyden korkabilirsiniz ama bu korkuyu yenmenin önemli bir yolu da öğrenmek ve bilmek için çaba göstermektir. Bu çabayı göstermeden, bilmediğiniz herhangi bir konu ile ilgili ahkam kesmek tam da bize göre bir davranıştır, zahmetsizdir ve sizi bir külfetten kurtarır gibi görünür. Ancak  bir yöntemin kendisinin fotoğrafı yok edebileceğinin düşünülmesini ve beyan edilmesini (bu beyanı yapan ne yazık ki bir tek Erol Atar değil!) eldeki bu iddialarla hiç de inandırıcı ve ikna edici bulmuyorum.

Bütün bunları dijital teknolojileri savunmak amacıyla da yazmıyorum (son 2 yıldır Contax G2 bir makina ve 28 mm objektifle sadece s/b çekmekte olduğum düşünülürse bunu yapacak en son kişilerden biri olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim ama yiğidi öldürmeli  fakat hakkını da   yememeli bence.) ve dünya fotoğrafçılarının fotoğrafın icadıyla başlayan süreci nasıl zenginleştirdiklerini, fotoğrafı nasıl yaptıklarını ve hala da yapıyor olduklarını izlediğimde, fotoğrafa dair gerçek izlerin bu topraklardan çok, o topraklarda geliştiğini görerek (Brezilyalı fotoğraf ustası Sebastian Salgado’nun son kitabı “The Children” bence buna oldukça iyi bir cevap.), “Türkiye için -fotoğraf adına- sağlıklı kalabilmenin koşulunu bazı fotoğrafçılarımızın hararetle savunduğu gibi “yerlilik” olarak görmedim de, göremiyorum da.. Sadece kendi içimizde kalarak fotoğraf yapmanın, çemberi genişletmeden ve dünya fotoğrafı ile buluşmadan yerlilikten sözetmenin ve  fotoğrafın artık öldüğünü söylerken, kendimize bir an olsun dönüp bakmadan, suçu bir de yüksek teknolojilere atmanın, aslında kendi yap(a)madıklarımıza, düşün(e)mediklerimize ve yakınlaşamamalarımıza oldukça kalın ve milliyetçi  ama boş bir kılıf olduğunu düşünüyorum.

Ben ne fotoğrafın öldüğüne, öleceğine ve biteceğine ve ne de dijital teknolojinin fotoğrafı ve fotoğrafçılığı öldüreceğine inanıyorum. Bugün dünyada her iki yöntem de kullanılıyor ve tartışılıyor. Bizlerse henüz bu coğrafyada fotoğraf üzerine tartışmaya bile başlamamışken, kullanmadığımız bir tekniği fotoğrafın ölümüne sebep olarak gösterebiliyoruz. Türkiye’de daha konvansiyonel yöntemle yapılmış gerçek fotoğraflardan söz etmek bile zorken, kafalar hiç karışmaz, sorular sorulmaz, korkularla ve kendilerimizle yüzleşilmezken (ki fotoğraf yakınlaşmaktır, en çok da kendimize), yeni açan bahar çiçekleriyle, dağlarda ‘me’leyen kuzularını güden çobanın fiyakalı abasıyla çekilmiş fotoğraflarıyla geçmiş bir elli yıl var geride. Tartışmıyoruz, sormuyoruz ve yüreklerimizi koymuyoruz fotoğraflarımıza. Bugüne kadar gösterilen  çabaları, çekilen fotoğrafları azımsamıyorum ama artık bir başka algı-bakma-görme-yorumlama ve ifade düzlemine geçmemizin zamanının çoktan geldiğini düşünüyorum.Yeni bakışlara, farklı sözlere ve heyecan uyandıracak inatçı fotoğraflara, gözlere ve sözlere çok ihtiyacımız var. Yıllardır aynı noktada durmakta ısrar ettiğimiz, bir tek oradan baktığımız ve hep aynı fotoğrafların ve sözlerin etrafında dönüp dolaştığımız için, farklı olana, fark yaratacak olana, içimizdeki öteki ben’lere ve değişmeye hem yabancı hem de uzağız ne yazık ki.

Önemli bulduğum bir fotoğrafçımızdan sözetmek istiyorum: eğer vazgeçmemiş olsaydı bence çok önemli kadın  fotoğrafçılarımızdan biri olacakken, Özdemir Asaf’la tanıştıktan sonra ve Türkiye’de fotoğraftan da para kazanamadığı bir dönemde, anne olmayı ve çocuklarına bakmayı tercih ettiğini söyleyerek, fotoğrafı bırakmış önemli bir fotoğrafçımız var : Yıldız Moran. Yıldız Moran Türkiye’nin profesyonel anlamda fotoğraf üzerine eğitim almış ilk kadın fotoğrafçısı. Onun Eren Eyüboğlu ve Ayşegül Sarıca portreleri ve daha pekçok fotoğrafı aklımdan çıkmıyor. 1994’de Kadın Eserleri Kütüphane’si bünyesinde “Kadın Fotoğrafçılardan Bir Kesit” konulu ajandayı hazırlarken, ölümünden bir yıl önce tanışma fırsatı bulduğum ve 50’li yıllarda fotoğrafçılık okumaya karar vererek, Londra’ya giden Yıldız Moran, eğer vazgeçmemiş olsaydı, fotoğrafçı olarak kimbilir hangi denizlere daha açılacak ve bizlere hangi görüntüleri bırakacaktı? Fotoğrafı ve fotoğrafçılığı; “ 24 saat düşünülen, ikinci plana atılamayacak bir konudur fotoğrafçılık. İnsana, hayata özgün, bir aşamanın bir yerini kavramsal olarak dolu, yoğun, ağırlıklı olarak verebilen kişidir fotoğrafçı....” sözleriyle ifade eden Yıldız Moran’ın fotoğraflarındaki insanlar -Burcu Kaya’nın ifadesiyle-  “uzak bakmazlar, belki uzaklara bakarlar ama asla uzak bakmazlar..... objektife bakan yüzler, mercekten çok merceğin gerisindeki kadını görüyor gibidir....” (daha fazla bilgi için bkz. Geniş Açı, sayı:17) bence Yıldız Moran fotoğraftaki en temel duyguyu, yakınlık duygusunu yakalayabilmiş, fotoğrafını çektiği insanlara bu  yakınlıktan bakabilmiş ve bu baktığını çektiği fotoğraflara da aktarabilmiş önemli fotoğrafçılarımızdan biriydi. Yıldız Moran tek örnek değil muhakkak. Dünyaya fotoğraftan bakabilen, çektiği fotoğraflarla ezici bir etki yaratıp, elimizi kolumuzu bağlayan, yüreklerimizi başka türlü çarptıran fotoğraflar da  çekilmedi değil Türkiye’de. Çekildi ama, bu fotoğraflar bize fotoğraf tarihinde bir yer ayırabildi mi?

O fotoğraflar ne zaman çekilecek?

Peki, dijitalden sonra suçlu kim olacak?

Laleper Aytek