|

Bellek[siz-lik]

Bellek[siz-lik]

Bir iç sorgulama: Helena Päls, “kayıp” görüntüler, sergi, s/b.

Bir  hatırla(t)ma: Fethi Sabunsoy,  “Kahvehaneler”, sergi, s/b.

Bir iç seyir: Nina Korhonen, “Bellek”, sergi, s/b ve “Anna; Büyükannem Amerika’da”, sergi, renkli.

Geçmiş-eksik/eksilme: Ümit Ülgen, “Eski Sevgililerin Hatıraları”, sergi, s/b, hatıralar ve hatırlananlar.

Bugün/şimdi-dış: Alex Webb – Rebecca Norris Webb: “sokaklardaki Hayat” bir atölye çalışması.

Çocukluk: Evangelia Voutsaki, “Bellek”, hayatın Girit’teki yüzü.

Bir dış sorgulama: Paolo Pellegrin ve “Kosova 1999-2000”, sergi, s/b.

Geçmiş...anımsama...zaman...korku...seçmek...

tutku...yabancılaşma...toplum...sokaklar...geçmiş...

kayıplar...bilgi... ve... aşk...

Peki fotoğrafçılar bütün bunların, tüm bu duyguların, zamanların neresinde?

Tam ortasında, duygularının sonsuz karışıklığında, bir türlü istediğini tam da ifade edemiyor, çekemiyor olmanın sıkıntısında, zamanların binde birinde ya da  saniyelerin en uzununda, loş ve sigara kokan bir barda fotoğrafçının gözlerinin içine  “niye çekiyorsun ki!” der gibi dik dik ve geçmişini unutmak istermiş gibi bakan orta yaşlı adamın sigarasının külünde. Aşkın yanında, bir suskunluğun ortasında, kendine bakmanın sorularında, katılmamanın insanı herkes ve herşeyden uzaklaştıran yüzünde ya da bir piramidin tepesinde (fazlalıklarsız, sahici, yakın ve sade). Evet, neresinde?

İFSAK tarafından bu yıl 19. düzenlenen “Bellek” konulu İstanbul Fotoğraf Günleri’nden geriye belleklerde hangi görüntüler kaldı? Hangi sesler, sözler, zamanlar, bakmalar ve görüntüler silinirken, hangileri ısrarla kaldı, gitmedi ve ara ara gözümüzün önüne, aklımıza geldi, hatırlandı, unutulmadı ve ardından bizleri hangi (çekmediğimiz) fotoğraflara, hangi bakmalara yöneltti, yöneltiyor?

Ümit Ülgen’in “Eski Sevgililerin Hatıraları” silik, solgun ama daha sahici, mavileşmemiş, daha yaşanmış. Tanıdıklığın, bir zamanı birlikte geçirmiş olmanın duygusunu, izini az da olsa taşıyan görüntüler. Eski sevgililerin ruhuna adeta usulca dokunuyorsunuz. Bitmişliklerinin ya da bitirilmişliklerininin ardındaki soluk çıplaklıklar, çıplaklıklardaki ayrıntılar derin bir tutkuya-aşka-sevgi(li)ye dair fazla(sıyla) ‘yüz’süz bırakılmış olsalar da, çok hafifçe ama bir yerinden dokunabiliyorsunuz bu eskiliğe...

Amerikalı fotoğrafçı Alex Webb’in “Sokak Fotoğrafı” konulu atölye çalışmasında, sokaklara, sokakların diline, sokaklardaki fotoğrafa dair söylemediklerinin, aktar(a)madıklarının (umarım İstanbul’da kaldığı süre içinde çektiği fotoğraflara yansımıştır) aktardıklarından daha çok olduğunu düşünüyorum. Ancak üç gününe katıldığım (Alex ve Rebecca N. Webb ile bu karşılaşmanın benim için doğru bir karşılaşma olmadığını ilk günden, ilk konuşmalardan sonra farkettiğim halde, önyargılı davranmamak adına üç gün sabrederek) atölye çalışmasından sonra, iyi fotoğrafçı olmakla, birikimlerini diğer fotoğrafçılara “yeni bir soluk” renginde aktarmanın başka başka şeyler olduğunu bir daha anladım.

Anladım ki; bir fotoğrafçı olarak, yıllardan, yaşananlardan, kendimizden ve fotoğraflar(ımız)dan kalanları, düşüncelerin izini bir de sözle dile getirebilmek ayrı bir hüner, ayrı bir ifade becerisi gerektiriyor. İnsanlara onları da görerek, onlara yakınlaşarak bakabilmeyi, sözlerini duymayı, katılımcıların enerjisini çoğaltabilmeyi ve bir de bunu atölye boyunca çekilen fotoğraflara da yansıtabilme becerisini gerektiriyor. Bir atölye çalışmasıyla ve beş günde herşeyin birden verilemeyeceğini bilmiyor değilim, ayrıca beklemiyordum da! Ama açıkçası Alex Webb’in bu kadar dışarda, bu kadar uzak, duygularını fazla ifade edemeyen düz cümlelerde kalmasını da beklemiyordum. Çok iyi fotoğraflar çekiyor olabilirsiniz ama eğer bir atölye çalışması yapıyorsanız, bir fotoğrafa baktığınızda; “it is a nice picture” yani “hoş bir fotoğraf” ya da  “there is something but photograph needs something more” yani “bir şeyler var ama fotoğrafın daha fazlasına ihtiyacı var”dan öte, daha içerden, duygunuzu ve birikimlerinizi karşınızdaki insanlara az çok aktarabilen bir anlatımınızın da olması gerekir/beklenir. Ben dahil, atölye çalışmasına Alex ve Rebecca N. Webb’lere ait farklı bir ses, farklı bir söz duymak için katılmış olan fotoğrafçılar olarak galiba beklediğim(iz) böyle bir farklılıktı ama bu atölye sanki birkaç katılımcı dışında çoğumuz için hayal kırıklığı oldu.

Eklemeden geçemeyeceğim: Bu tür fotoğraf çalışmalarına daha çok yeni başlayanlar ya da amatörler katılırmış gibi bir yaklaşımın olduğunun farkındayım. Ama böylesi bir yaklaşımın bizleri öncelikle fotografik açıdan çoğaltmayacağının, tam tersine gerileteceğinin de farkındayım. Dahası, onların bize hem kendi fotoğraflarıyla, hem de çekilen yeni fotoğraflarda, bilmediğimiz dünyaların kapısını aralayarak, farklı bir heyecanın, başka bir hikayenin içine sürüklemeleri, kafalarımızı karıştıracaklarını ümid ediyordum. Portfolyolardan izlediğim kadarıyla katılımcılar arasında bu potansiyel fazlasıyla vardı ama günlerle birlikte herkes suskunlaştı, sessizleşti ve benim için fotoğraftan uzaklaşıldı. Duyduğumuz asla kalplerinin sesi değildi, uzak(ta) durdular ve ne bizleri, ne  fotoğraflarımızı gördüler ve ne de gözlerimizin içine baktılar. Alex Webb’in gözleri konuşurken daima kapalıydı, Rebecca N.Webb ise çok az konuştuğu süreler içinde gözlerimize bakarak değil yere doğru bakarak – ve böylece iletişimi de keserek - ve çok kısa, genel cümlelerle  konuştu.

Belki bazı fotoğrafçı dostlarım katılmayacaklardır ama; fotoğraflarında olduğunu düşündüğüm “uzak” ve “kaça(ma)k” bakışların kendileri karşımızdaydı adeta. Sonradan karşılaşıp konuştuğum bir iki fotoğrafçı bu atölye çalışmasının kendilerine, onları ilk defa dışarıda, ama daha hayatın içinden fotoğraflar çekmeye yönelttiği için, katkısı olduğunu söylediler. Buna sevindim çünkü insanın kendinde eksikliğini hissettiği bir çekim biçimini bu vesileyle uygulamaya başlamasının bir fotoğrafçıya daha sonraki zamanlar için başka yaklaşımları da katabileceğini düşünüyorum. Keşke dışarıda olsak –s okaklarda - ama izlediğimiz ve çektiğimiz fotoğraflar bu kadar “dışardan” olmasaydı diyor ve bu yıl Fotoğraf Günleri’nde beni en derinden etkileyen İsveçli genç kadın fotoğrafçı Helena Päls’a ve “Kayıp” fotoğraflarına geçiyorum.

Bomboş bir sergi salonunun ışıklarının o günün ilk ziyaretçisi olan benim için açılmasının ardından birden çok derinden bakan fotoğraflarla karşılaştım ve çok heyecanlandım. Helena Päls’ın fotoğraflarındaki kendine dair sözleri şöyle: “Bir süre duygusal hayatımı ve cinsel kimliğimi sorguladım. (...) Yaşadığım ve bana  yakın olan insanlarla kendimi tanımlamaya çalıştım. Bu zıt dünyada. (....) yalnızlığın nasıl korku haline geldiğini ve bizi kırılgan yaptığının doğrulamasını... Hataları ve suçları ....”  İnsan kendini hayata koymakta bazen ne çok zorlanıyor. Giderek bir tanımsızlıkta kalmakta, yahut tanımsızlığı bir tanım olarak alabilecek, hayata geçirebilecek cesarette olamamakta...

Helena fotoğraflarıyla bir “iç gerçekliğine” ulaşmak istediğini söylüyor. Yani en sahici ve en kendi(nden) olana. Belki kolay değil böylesi bir yolculuk ama kendine böyle içerden bakmadan, bir fotoğrafçının çektiği/çekeceği fotoğrafların “hoş kareler” olmaktan öteye gidebileceğine galiba artık fazla inanmıyorum. Çekilenler daha çok kendini örtmenin, gizlemenin fotoğrafları oluyor. Oysa gerçek fotoğraf bence örtünmesizdir, mesafesizdir ve çıplaktır. Burada çıplaklıkla kastettiğim – tahmin edebileceğiniz gibi - söylemek istediğini asla bir çırpıda ifade ediveren turistik fotoğraflar değil. Tam tersine, çırılçıplaklığındaki bilinmezler dünyasını keşfetmek üzere sorularla dolu, adeta balyoz gibi inen ve iç titreten, sarsan görüntüler. Soran, sorgulatan ve çıplaklığı çok katmanlı olan görüntüler. Katmanların birer birer kaldırılarak, bir (iç) kapıyı aralatan ve görünendeki görünmeye doğru yak(ın)laştıran, bir yolculuğu başlatabilen fotoğraflar. Bu açıkca bir hayat verme süreci. Bu sürece yolculuk sırasında katılan fotoğraflar ve fotoğrafçılar sizi peşinden sürükler. Hissedilmeyenleri hissettirebilir, o zamana kadar bakılmamış olan duygulara baktırabilir. Sorduklarının cevabı kolay olmayabilir ama sahicidir ve size bakarak sorulmuşlardır. Kaçamazsınız ya da zaten kaçmayı da istemezsiniz.

Finlandiyalı kadın fotoğrafçı Nina Karhonen’in Fotoğrafevi’nde sergilenen “Bellek” ve “Anna -  Büyükannem Amerika’da” isimli sergilerindeki fotoğraflar da izleyiciye içerden bakan ve içiyle bakan “çıplak” fotoğraflardı. Bir fotoğrafı fotoğraf yapan ruhu yakalamış ve bunu fotoğraf kağıdına aktarmayı becermiş fotoğraflardı. İlk bakışta, yalnız, sessiz ya da hüzünlü gibi gelse de, dünyaya çok tutunan bir yanları da vardı görüntülerin ve hayata en tutunamayacak halinizde bile sizi tutunmaya ikna edebilecek bir samimiyeti. Görüntülerin hiçbiri kaçak değildi, hepsi oradaydı ve b/size bakıyorlardı. “Hiçbir şeyin ortasındaymış” gibi olsalar da en azından bunu soruyordu fotoğraflar.

Bu kez de, bir başka “Bellek”te, bir başka kadın fotoğrafçının sergisindeyim. Yunanlı Evagelia Voutsaki’nin on yıldır uzak kaldığını söylediği köyüne ait, Girit’e ait s/b fotoğraflarıyla karşı karşıyayım. Hiç görmediğim Girit’e dair daha sarsıcı görüntüler hayal ettiğimin farkına varıyorum. Hayalimdeki Girit bu kadar yumuşak, bu kadar gri değil nedense. Siyahın daha koyu, beyazınsa daha parlak ve detaysız olduğu, gölge ile delici ışığın bütün adaya hakim olduğu “an”ların hayalimdeki Girit’e daha yakıştığını düşünüyorum nedense. İzlediklerim genç bir kadının çocukluğunun izlerine (10 yıl öncesine) baktığı fotoğrafları, benimkiler de muhtemelen bir yabancı gözüyle Girit fotoğrafları ya da hayalleri. Eva’nın görüntülerinin izi fazla derinleşmiyor, kazınmıyor “belleğime”. Kurcalamıyor içimi: Kır, doğa, sokak köpekleri ve açık griden uzaklaşıyorum fazla beklemeden.

Son olarak, Paolo Pellegrin’in Basın Müzesi’ndeki siyah-beyaz “Kosova: 1999-2000” sergisini geziyorum. Yine sergi salonundaki tek ziyaretçiyim. Bu kadar çok ve iyi  sergiyi gezen başka kimselerin olmayışının – Bir İstanbullunun bildik sıkıntısı olan; uzaklık, hava şartları, iş, güç ve zamansızlıktan öte – geçerli sebepleri olduğunu ve sergi salonlarındaki bu kimsesizliklerin ilgisizlikten kaynaklanmadığını düşünmek istiyorum.

Savaş fotoğrafları bana hep kayıp zamanların, hayatların görüntüleri olarak görünürler. Pellegrin’in Kosova görüntüleri fotoğrafçının güçlü bakışı, kadrajı ve belli ki kontrastla anlatımı  seven yaklaşımı, siyah-beyazın doğası gereği içeriği zaten daha da kuvvetlendiren, vurgulayan özelliğiyle birleşince ortaya çarpıcı, vurucu fotoğraflar çıkmış. Ama beni en çok çarpan iki fotoğrafın savaşla fazla ilgisi olduğunu söyleyemeyeceğim. Biri, bir duvar önünde yanyana gibi duran beş, altı kişininin oldukça karanlık fotoğrafı, diğeri de bomboş bir arazide küçük, alçak belki de terkedilmiş yahut boş olduğu halde taranmış beton bir bina (neredeyse hiçbir yerdeliğin derin hüznünü yüzümüze çarparak).

Sözlerimi, Fotoğraf Günleri içinde yer alan kadın fotoğrafçıların işlerinin sayıca ve içerik olarak çokluğuna (yüzyıllardır seyredilen kadınların giderek fotoğraf alanında da böyle görünür ve yaptıklarıyla var oluyor olmalarına) çok sevinmekte olduğumu, böyle bir organizasyonu 19 yıl gibi uzun bir süredir – ve tahmin edilebileceği gibi büyük özverilerle- gerçekleştirmekte olan İFSAK’a teşekkürlerimi ve emeği geçen herkese ellerine sağlık dileklerimi ekleyerek, bitiriyorum.

Farkında mısınız bilmiyorum ama İstanbul giderek bir fotoğraf şehri oluyor bence!!!

 

Laleper Aytek