Benim Cici Silahım
Bir fotoğrafta kalmak ve o fotoğrafın hem aklın hem de kalbin kıvrımlarına yerleşmesi hem kolay (bir anda, görür görmez size bakıyordur ve kendinizi yakın hissediverirsiniz ya da duygularınıza bir karşı(t)lık olabilmiştir), hem de zordur. Çabuk unutulur görüntüler, bellekler zayıftır hemen yerine bir diğer görüntü ikame edilir ya da fotoğraf yeterince fotoğraf (yakın, içerden) değildir, uzaktadır ve izleyene değmemektedir. Böyle zamanların (“an”ların) çoğu hatırlanmasız, eskide kalır. Bu karşılaş(ama)ma anını duygularsız tanımlamak zordur, duygularsa değişkendir, her yaşanan bir başka yer eder ayrı insanlarda. Sözün bittiği, sustuğun ve uzaklaşırken boğazında paslı bir tadla geriye dönüp bir daha bakmak istediğin, sorduğun, merak ettiğin şey(de)dir fotoğraf. Işık gözlerde işte tam o anda parlıyor ve bir duygu seni bir anda yakalayıveriyorsa, işte bu fotoğraftandır diye düşünürüm.
Çünkü fotoğraf;
şarkı söylemek kadar lazım,
kavuşmak kadar beklediğin,
bir aşktır.
vazgeçemediğin uçuşlardaki,
pervane misali.
Bu çerçeveden bakarak, bu yazının yazıldığı sıralarda İstanbul’da açık olan ve biri “yakın”, diğeri “uzak” iki sergiden sözetmek istiyorum. İlk sergi Emre İkizler’in Fotoğrafevi’nde açtığı digitalist adlı sergi. Sergi adından da anlaşılacağı gibi, İstanbul’un dijital fotoğraflarından oluşuyor. hp’nin sponsorluğunda gerçekleşen sergi, Orhan Veli’nin “İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı” şiirine, o dizelerdeki İstanbul’a göre, hp’nin dijital bir fotoğraf makinesiyle çekildikten sonra, yine bir hp dijital yazıcı ile basılarak hazırlanmış. Sergiyi açılışından bir gün önce düzenlenen basın tanıtımı sırasında izledim. Salona girdiğimde fotoğrafların önünde bir hp sunumu yapılıyordu. Çekimlerde kullanılan makine ve yazıcıdan başlayarak, fotoğrafçılara yönelik hp ürün gamı, hp’nin hedefleri vb. şeyler anlatılmaktaydı. Böylesi faydalı bir tanıtımın doğrudan fotoğrafçılara özel (belki sergi sırasında yine aynı mekana fotoğrafçıları davet ederek ve 1 günlük bir seminer düzenleyerek) yapılmasını daha tanıtıma ve satışa yönelik bulduğumu söylemek isterim. Belki o zaman sergide yer alan fotoğraflar dijital ürünlerin gölgesinde kalmaz, onların tanıtımına vesile olmazdı. Serginin vcd kaydını izlediğimdeyse fotoğrafların fazlasıyla dizeleri açıklamaya yönelik birebir görüntüler olduğunu gördüm. Eminim Orhan Veli’nin bu güzel şiirinin dizelerindeki İstanbul; “dışardan bakıldığında böyle mi görünüyorum?” diye sormuştur. Dizeleri açıklayan görüntüler, şehrin ruhuna değmeden geçmiş adeta. İstanbul gibi sonsuz, oyuncu, her saati insanı ayrı şaşırtabilen, büyülü bir şehrin böyle metalik bir yaklaşımla görüntülenmesi (+ çeşitli dijital müdahaleler), izleyiciyi şehrin kendi zamanından uzaklaştırmış neredeyse.
Çok sevdiğimiz dijital-mertlik tartışmasını mertlikten yana değiştirebilecek görüntüler....
Bu açılış bana Fazıl Say’ın geçen yıl Anadolu’ya düzenlediği bir dizi konserin birinde (ya da ben birini biliyorum) konserlere sponsor olan firmanın tanıtım faslını biraz uzatınca seyircilerin tepkisinin haklılığını hatırlattı. Sponsor firmaların (özellikle sanata) verdikleri desteğin mutlaka görünür olmasından yana biri olsam da, bu desteğin yapılan işi gölgede bırakacak kadar ön plana çıkmasının, amaçla aracın yer değiştirmesi olarak algılanmasına neden olması da kaçınılmaz değil midir?
İkinci olarak ta, yakın bir sergiden, Arif Aşçı’nın 14 Mart- 19 Nisan 2003 tarihleri arasında Karşı Sanat Çalışmaları’nda açtığı bahtabakan sergisinden sözetmek istiyorum. Bahtabakan, dört buçuk yıllık uzun bir çalışmanın ürünü. Bu sergiyle birlikte Kale Seramik’in sponsorluğunda Bahtabakan isimli bir de fotoğraf kitabı yayınlandı Arif’in. Resim eğitiminin izlerini çok net hissettiğimiz, önceki dönem renkli fotoğraflarıyla karşılaştırdığımda (Tibet, Hindistan, Turkuvaz ya da İpek Yolu gibi) –ki onlar da konu, renk, ışık, gölge ve kompozisyon olarak çok sevdiğim ama daha dışarıdan bakan, izleyen ama fazla yaklaşmayan fotoğraflardı-, bu fotoğraflarda dışardan çok kendine ve kendindekine yani içeriye bakan, sorular soran ve sorduran bir yolculuğun izlerini görmek mümkün. Fotoğraflardaki yüzler ve hayatlar, henüz bize en yakından bakmıyorlarsa da; doğru karşılaşmaların yakınlaştırıcı gücünün, görünenin ardındaki merakın ve kendi ifadesiyle; “...... tek katmanlı hayat anlayışımızın arkasına geçme” isteğinin tanıkları olmuşlar.
Yakınlaşmak, yakın olmak, yakınında olmak, yakın(ın)dan bakmak ve içerdekini de görebilmek bir aşamada galiba fotoğrafçıların en temel dertlerinden biri olmak zorunda. Eğer fotoğrafı hayatınızın sizden ayrılmaz, gerçek bir parçası yapma gibi bir derdiniz, bir onsuz olamama haliniz ve hatta yastığızın altında fotoğraf makinenizle uyuma isteğiniz varsa. Yani vizör sizin aynı zamanda hem eliniz, hem kolunuz, hem mideniz, hem ayaklarınız, hem gözünüz, hem kalbiniz ve hem de beyninizse.
İşte o zaman neredeyse mutlak bir yakınlıkta yani sıfır mesafesinde kalmak kaçınılmaz görünüyor (hem fotoğrafa hem de kendinize).
Görüntü sizi bir yerlere sürüklerken, eliniz ayağınız kesiliyor, hiçbir şey düşünemiyor ama bir tek “o” an’a, “o” insana doğru adeta kilitlenerek yol alıyorsanız yakınlaşmaya başlamışsınız demektir.
Buluşma anı sabır gerektirir, yansıtmayı içinizi, gölgelememeyi kendinize ait olanları ve olabildiğince açıklığı -ki bu katılmaktır hem fotoğrafa, hem de hayatın kendisine. Karşınızdakinin yaşamına karışmayı, onunla konuşmayı, şakalaşmayı ve paylaşmayı gerektirir. Fotoğraf bunlara ihtiyaç duyar.
Bir karşılıklılık hali,
Bir tür sevgililik,
İçerden bir bakış,
Gözlerimi kaçırmadan,
Kalbimi uzaklaştırmadan,
Kendime ve karşımdakine “yeterince yakın mıyım?” sorusunu her adımda sorarak.
Son söz olarak; fotoğrafa verilen bu desteğin devam etmesi ve yayın hayatımıza artık fotoğraf kitaplarının da girmesi dileklerimle...
Laleper Aytek