|

Bir Atölyenin Ardından...

“Karmaşıklaştırmayın, kirlenin.”

   [do not complicate, be dirty...] 

   Anders Petersen

 

“Keşke yazdığım kadar da çekiyor olsam.” Son günlerde, özellikle Kavala’daki fotoğraf atölyesinden döndükten sonra  içimden ve yüksek sesle kendi kendime tekrarladığım cümle bu. Çünkü, fotoğrafla neredeyse 24 saat üzerinden uğraşmadığınız zaman, önce; “bu değil!” dediğiniz fotoğraflarınızın sayısı artmaya başlar, ardından, “o” fotoğrafı çekemiyor olma sıkıntısı içinizde çığ gibi büyür ve sonunda fotoğraf çekmeyi ertelemeye, fotoğraftan kaçmaya başlarsınız. Oysa fotoğraf size gelmez, fotoğrafı siz bulursunuz. Bu sorularla değilse, başka sorularla ama ne olursa olsun fotoğrafın peşini bırakmayarak, hata yapmaktan korkmayarak ve sürekli fotoğraf çekerek, bulursunuz. Her zaman yakınlıklar korunamayabilir ve uzağına düşülebilir bir şeylerin –ki bu bazen de hayırlı bir dönüşüme, bir tür kabuk değiştirmeye delalet ve vesile olabilir. Piramidin en alttaki “güvenli” ve kalabalık zemininde kalmakta ısrar edince, üzerinize sinen edilgenlikle, “başka” olanın, tedirgin edecek ve açıkça rahatsız edecek olanın peşinden gitmeyi ertelemeniz de kolaylaşır. Bunun bir diğer sebebi, kısa süreliğine de olsa, piramidin tepesinde yalnız kalmak ve insanın kendisiyle karşılaşma korkusu da olabilir. Son aylarda sebepleri olmakla birlikte sanki çok şey yarım, çok şey eksik, geçersiz ve sessiz. Piramidin en altındayım ama sanki tepesindeymişim gibi kendimi hiç de “güvenli ve güvende” hissetmediğim zamanlardayım. Durduklarım, yap(a)madıklarım, sustuklarım, konuştuklarım, dostlarımdan hayata dair yıllar sonra öğrendiklerim, içimde(n) bıraktıklarım ve en önemlisi de çek(e)mediğim fotoğraflar. Adeta bir film izliyorum ve film arasına çıkmış gibiyim. Savrulurken oradan oraya, Bodrum’dan, İstanbul’a, bir şehirden bir başka ülkeye, tren istasyonlarından otobüs garlarına, yolculuklardan yeni, küçük odama, bir hastanenin yoğun bakım odasında iki aydır hayata vazgeçmiş gözlerle bakan dayımın yanından, kendimi parçası hissedemediğim kalabalıkların arasına; bir süredir hayatla birlikte kendime ait fotoğrafa da dışardan baktığımı ya da  içimdekileri dışarı çıkaracak, onları fotoğraf dönüştürecek ısrarımın uzağında kaldığımı düşünüyorum. Bu yazıyla susmalarımın ve uzaklaşmalarımın bir bölümünü yeni sorulara, itiraflara, korkulara, bakmalara ve en çok ta derin bir nefes almaya dönüştürmeye çalışacağım. Bunu yaparken aynadaki yüzüme çekinmeden bakabilmeyi çok istiyorum. Fotoğrafta ve kendimde olanların izini sürmenin kimi sorularını, duygularımı, korkularımı, ertelemekte olduklarımı ve düşünmelerimi yazıya dökmek istememin tek nedeni; özlediğim, eksilttiğim, unuttuğum ya da görmezden geldiğim şeylerin peşinden gidebilme cesaretini yeniden toplayabilmek.

Pekçok soru var aklımda:

Çektiğim fotoğraflarda günün birinde; cehennem kadar basit, çocuk kadar saf olmayı becerebilecek miyim? Bir gün hiç çekinmeden sert beyazın ve derin siyahın peşinden gidebilecek cesaretim olacak mı bilemiyorum? Ve sonra da bu kadar steril olmaktan vazgeçip, kalbimi, aklımı, gözümü ve elimi aynı hizaya getirip, çamura daha çok bulayabilecek miyim? Peki, açıkladıkça yahut ne olduğu hiçbir soru ve akıl karışıklığına vesile ol-a-mayan fotoğraflara maruz kaldıkça –ki uzun yıllardır Türkiye’deki fotoğrafta olan şey ne yazık ki bu!- fotoğrafla aramızdaki mesafenin giderek artmakta olduğunu başka fotoğrafçılara da anlatabilecek miyim? Çünkü fotoğrafı yapan cevabını veremeyecek olsak ta peşinden gideceğimiz sorular ve fotoğrafçının kararlı bir şekilde fotoğrafına aktardığı belirsizliklerden, izleyicinin o görüntüden hareketle çoğaltabileceği başka sorular, başka kararsızlıklar ve dokunulmamış duygulardır. Ancak ne fotoğrafta, ne de hayatta çelişkilerden, cevabını bulamadığımız sorulardan, duygudan, şüpheden kendimizi uzak tutarak yaşamayı sürdürdükçe, hayatlarımıza gerçekten dokunabilmek, aynadaki kendimizle karşılaşabilmek ve “o” fotoğrafı çekebilmek pek kolay görünmüyor.

Saadet Koç Payne’nin GA’nın 45.sayısında, “londra’da sonbahar sergileri” başlıklı yazısında Diane Arbus’ün fotoğraflarından yola çıkarak özetliyor: Arbus’un fotoğraflarının etkileyiciliği, konusu olan özneleri indirgemeyi reddedişinden. Süjelerinin fotoğrafın içinden doğrudan izleyiciye bakan gözlerinde, farklı olmanın utancı değil, farklılıkların yarattığı endişeyi bilir ama kanıksar bir ifade var. Arbus’un fotoğrafları bizlere acı’yı taşısa da izleyicisiyle acıma duygusu üzerinden bir mesafe kurmayı reddediyor –işte Türkiye’de fotoğrafta ne yazık ki kuramadığımız bu mesafesizlik-. Onun  yerine hayranlık ve saygı duymaya davet ediyor. Arbus’a göreyse bu insanların farklılığında, kendisi için karşı konulmaz bir çekim alanı var. Bu da kendi bakış açısını ve kamerasını kalkan –hatta silah- edinmiş ilginç bir şey avlamaya çıkan fotoğrafçı tavrından oldukça farklı.” Ki bu fark fotoğrafı yapar. Arbus’un, Nan Goldin, Moriyama, Anders Petersen ya da Arbus’un öğretmeni Lisette Model’in yakaladıkları ve fotoğraflarına aktardıkları bu farktan kaynaklanır; mesafesizlik, bir yandan şaşırtan, tedirgin eden, karşılaştığınızda arka arkaya sorular sorduran yani inandırıcılık dozu yüksek görüntülerin izleyeni bu  kadar kıskıvrak ele geçirebilmesinin sırrı işte bu farkta(n)dır. Bu fotoğraflar izleyiciye susma hakkı tanımazlar, rahatsız ederler ve akılları bir anda darmadağın ederek, elini, kolunu bir yere koyamayan insanlar misali beceriksizleştirebilirler. İzlemenin “karar anı” da belki böylesi bir kararsızlıkla piramidin tepesine ulaşmak olabilir (mi?)

Ve bir görüntüyü fotoğraf yapan en inandırıcı, en kısa zaman: kararsızlık anı, çoğalan sorular, daha da çıkmazlaşan sokaklar, ve nefes almaya başlayan fotoğrafçı; gözler açılıyor, hiç ama hiç güvenli değil, güvende değil, etrafında kocaman bir boşluk ve tutunabileceği tek bir insan, hiçbir yer yok. Bu kadar korku ve şüpheyi, bunca soru ve karasızlık halini aynı bedende uzun süre barındırmak imkansız olsa, fotoğrafçı, geri döneceği güvenli zamanlara ve güvendiği insanların varlığına çok ihtiyaç duysa da, bir süreliğine (çekim anı!) piramidin tepesinde yalnız kalmanın, bir tek kendinin ve fotoğraf anının çoğaltıcılığını derinden hissedebilmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Ve bir çıt sesi büyüyor aynı boşluktan. Fotoğrafçı kararını veriyor, deklanşöre basıyor ve kısa bir süreliğine olsa da bazı sorular cevaplanıyor, fotoğraf çekiliyor.

Bütün bu iç sayıklamalarının bir nedeni de, yazının başında da söylediğim gibi, Kavala’da 2-7 Ocak 2006 tarihleri arasında gerçekleşen Anders Petersen fotoğraf atölyesi, oldu. 4 yıl aradan sonra  katıldığım 2.Anders Petersen fotoğraf atölyesi, 1.sine göre gerek içerik ve gerekse fotoğraf konuşarak, çekerek ve tartışarak geçirilen süre anlamında çok daha yoğun ve yorucu olmakla birlikte, çok da doyurucuydu. Bunda, Anders Petersen’le birlikte, 7 gün boyunca hep birlikte aynı mekanda (İsveç Evi) kalıyor olmamızın ve organizasyonun Yunanistan ayağını üstlenen sevgili Chryssoula Mamoglu, Lia Nalbantidou ve Stratos Kalafatis ile İsveç ayağının neredeyse tüm yükünü tek başına kaldıran sevgili Stefan Lindberg’in payı büyüktü.

Atölyeye Türkiye’den katılan 3 kişi (Ben, Pınar Gediközer ve Ali Borovalı) ile sadece yılbaşı için, 3 günlüğüne bize katılan sevgili Berna Kuleli ile birlikte 30 Aralık akşamı 20:30’da Sirkeci’den, Kavala’ya doğru başlayan yolculuğumuz, 8 Ocak 2006 sabahı yine Sirkeci’de 08:30’da sona erdi. 9 gün içinde; aradan koca bir yıl geçti, bir sürü pırıl pırıl insanla tanışıldı, çok fotoğraf çekildi, fotoğraf(larımız) üzerine çok konuşuldu, tartışıldı, yeni fotoğrafçılarla tanışıldı,  “Contacts” filmleri izlendi, İsveç Evi’nin zengin kitaplığındaki fotoğraf kitapları hatmedildi, güzel sohbetler edildi, Anders’in bitmek bilmeyen enerjisine hayran olundu,  kontak baskıları yapan sevgili Dimitris 6 gün boyunca neredeyse hiç uyumadı, İsveç Evi’nden ayrılırken, Lea ile Stratos’un 2,5 aylık küçük kızlarının adı henüz konulmamıştı ama kendilerimize, hayata, fotoğrafa, duygularımıza, korkularımıza, beceriksizliklerimize yeniden, bu sefer başka bir gözle bakmaya başlamıştık bile. Atölye boyunca içimizdeki kapalı kapıları bir bir açmaya çalışan Anders Petersen; “aynadan yara almadan geçilemeyeceğini” –yıldırım türker-  bence en güzel şu sözlerle özetledi; “don’t complicate, be dirty” (karmaşıklaştırmayın, kirlenin).

Karmaşıklaştırmayabilseydim, dönüş yolunda, Drama tren istasyonunda Selanik-İstanbul trenini beklerken karşılaştığım(ız) Yunanlı kadının fotoğrafını çekmek için bu kadar ürkmez, en baştan onunla tanışmaya, konuşmaya cesaret edebilirdim. Kadın istasyonun kafesinde tek başına oturmuş bir yandan kahvesini içiyor, bir yandan da gözünden bir damla yaş gelmese de, hüngür hüngür ağlayan bir ifadeyle televizyona bakıyor ve bir eğlence programı seyrediyordu. Hayatı kendinden uzak bir yerlere bıraktığı belli olan bu kadını gördüğümde ilk tepkim, “fotoğraflarını çekmeliyim” oldu ama “nasıl” yapacağımı bilemediğimden bir süre durdum, kaldım. Yanına yaklaşıp tanışarak ve fotoğrafını çekmek istediğimi söyleyerek? Hayır kadın, duruşuyla ya da bakışıyla o cesareti vermiyor, verse bile gidebilecek miyim? Sanmıyorum ama bildiğim bir şey var o da bir yolunu bulup fotoğraflarını çekmeliyim (işte bu hayırlı bir ısrar!). Dijital makinanın yan yollarına sapıp, nikon coolpix 8800’ün açılan, dönen ve böylece vizörden bakmadan, “sanki onu çekmiyormuş gibi yapmama izin veren” (işte bu da kötü bir yalan!) LCD ekranını kullanarak çekmeye karar veriyorum. Kolay olanı, yani karda yürüyüp izimi belli etmemeyi tercih ediyor ve başlıyorum çekmeye. Oysa fotoğrafın izleri derin değilse, kayboluşu da o kadar hızlı olmaz mı? Hem de çok hızlı olur ama şimdilik becerebildiğim bu! Yunanlı kadın bana bir kere olsun göz ucuyla bile bakmıyor, gözü sadece televizyonda, bizdeki bol gürültülü, çok şarkılı eğlence programları benzeri programda. Bir de ara ara kendiyle konuşuyor. Vizörden bakmıyorum ama görünmez de değilim ve kadına oldukça yakın bir başka masadan çekiyorum “kaçak” görüntülerimi. Çekimi tamamladıktan sonra elimde Pınar’ın yılbaşı hediyesi olarak atölyedekilere vermek üzere hazırlamış olduğu ufak hediyelerin sonuncusuyla kadına yaklaşıyorum (bu cesareti nasıl bulduğumu soracak olursanız, kendimi çok zorlayarak, sürekli “bunu yapmadan buradan ayrılmamalısın” telkininde bulunarak, diyebilirim). İnanılır gibi değil ama kadın sokakta konuşmaya çalıştığım, bir şeyler sorduğum Yunanlılarla kıyaslanamayacak bir aksan ve akıcılıkla İngilizce önce ne olduğunu soruyor ardından da hediyeyi kabul edemeyeceğini söylüyor. Çok da haklı, tam bayram değil, seyran değil durumu. Bu kadar iyi İngilizce konuşmasını “gezen bilir” diye açıkladıktan ve 1,2 cümle daha konuştuktan sonra yanından ayrılıyorum. Kadın konuşmaya başladığı anda yarım saattir yaptıklarımın farkında olduğunu ve bu oyunu, cesaretsizliğimi yüzüme vurmayarak devam ettirdiğini farkediyorum. Kadının aklı, kalbi belli ki çok uzaklarda, belki asıl kaçak o. Kendinden ve herkesten. Yarım yamalak ta olsa konuşabildiğim için kendimi iyi hissediyorum  ama kadınla bir süre zaman geçirmediğim için fotoğraflarımın aslında  ne kadar eksik olduklarının da farkındayım. Kadınla hiç konuşmasaydım ve oradan sadece fotoğraflarını çekerek ayrılmış olsaydım, geride bir tek, “istasyonda neredeyse yüzünün tamamını kırmızı rujla boyamış tuhaf bir kadın gördüm” cümlesi kalacaktı. Oysa şimdi, hayatı boyunca bütün aynalardan yara bere alarak geçmiş, muhtemelen sonuncusundan geçmeyi becermediği için, kendini sonrası olmayan bir zamana bırakmış bir kadınla karşılaştığımı biliyorum. Bakışları ya da bakmayışları gözümün önünden gitmiyor. “Böyle ne çok insan ve ne çok hikaye olmalı”, karmaşıklaştırmayıp, kirlenmeye izin verebildiğimiz kadar fotoğraf olacak.

Kendime, “bir daha hikayeleri böyle yarım bırakmama” sözünü vererek trene biniyor ve Yunanistan’dan ayrılıyorum.

 

Laleper Aytek

2006