Bir Daha Baktığımda Seni Gene Görür müyüm?
Orada mısın? İçerde yoksa(n) dışarda,
Uzakta ya da tam yanımda(n) bakar mısın bana?
Tek bir fotoğraf, bu duygumu anlatacak tek bir fotoğraf arıyorum; kalbimde, gözümde yer edecek, elimin, sağ elimin işaret parmağının bir “klik” sesiyle film düzlemine ya da belki de CCD’ye ama mutlaka kaydedilecek “o” fotoğrafı arıyorum. Görüntü, tespit banyosunda yavaş yavaş oluşurken, karanlık odamın kırmızı ışığını kapatıp, sıfır aydınlıkta bile gözlerinizin, kalbinizin içine dosdoğru bakabilecek “o” bakmanın fotoğrafını soruyorum...
Tam ve taa içinizden gelen/geçen, söze dökemediğiniz duygularınıza tercüman, altyazısız, hiçbir açıklamaya gereksinim duymayan, kendiliğinden, hem de çok sakin ve bir o kadar da titreyen ve titretecek heyecandan, konuşmuyormuş gibi ama bir anda tüm bildiklerini de unutmuş, gözlerinizin taa içinde durakalan; ki ruhunuza tutulan bir ayna gibi, ruhunuzdaki tüm kıvrımlara, yüzünüzdeki çizgilere, bu kadar yıl beklenip yaşanmamışlıklara aşina bir fotoğraf anı aradığım.
Geliyor musun?
Soruyor musun?
Bekliyor musun?
Bakıyor musun ve
duruyor musun?
Bir hayranlık gibi, bir aşk gibi, sanki hep varmış gibi...
Uzun zaman oldu, yıllar geçti sesini duymayalı, gözlerini görmeyeli ve bakacağını bilmeden.
Kimi aynı şehirde, kimi uzak ülkelerde...
Bana öyle bakacağını bilseydim, çok daha önce fotoğraf makinamı alır gelirdim yanına, bakardım taa içine gözlerinin.
Çünkü fotoğraf; yakınlaşmaktır.
yakınlaşıp bakmaktır.
Bakmayı bilmek,
severek dokunmaktır.
Gözlere, duygulara, ruhlara ve bedenlere,
şarkılara ve geceye,
zamana ve hayata
ve
durdurulduğunda hayat,
o an için “ölü” ya da “öldürdü” denildiğinde; fotoğraf
ancak canlandırabildiği kadarıyla sonraya kalacaktır
saklı hayatların ve an(ı)ların izinde(n).
Bir fotoğraf eğer susuyor ya da kaçırıyorsa gözlerini, uzaktır, uzaktadır , seninle değildir. Samimiyse, kaçmaz, kalır, ısrar eder çünkü “o” fotoğraftır. Yüreğinin sesine görüntüyse eğer, yakındır.
Yakınlığı(n) kadar bulursun fotoğrafı, siyahtan, beyazdan, renkten, karanlıktan yahut gölgeden, bir takipte ya da en korktuğun, hep sustuğun anda yakalarsın ve yakalanırsın.
Ve bir tek kendinde(n) bulursun “o” fotoğrafı,
fotoğraf olanı,
fotoğrafta olanı.
Sen olduğun kadar,
sen baktığın kadar,
sen sevdiğin kadar da;
seni görür fotoğraflanan.
Bir çerçeveye yerleştiğinde ve zaman o haliyle durdurulduğunda, içine (b)akan, bir nefes gibi büyüyorsa onu hemen tanırsın.
Korkuların biter, soruların cevaplanmıştır artık ve içinde yasemin kokusunu hissedersin.
İşte bu yaşamdır,
yaşamda(n)dır.
Sen’dir,
Sendedir ve
Sendendir.
İyi ki görü(lü)r.......ken;
durduramazsın kendini,
durduramıyorsan gelmiştir artık, görüntü karşındadır.
Ve bakmaktadır dik dik gözlerine “ne bekliyorsun ki!” der gibi,
içindeki söze,
kalbinin sesine.
Yanındadır.
Sağ elinin işaret parmağı deklanşöre uzanır.
ve “o” an tespit edilir.
“o” an: karşılaşmanın,
başkalaşmanın,
dünyaya tutunmanın bir ilk zamanıdır.
Amerikalı kadın fotoğrafçı Lisette Model’in fotoğrafları bende her baktığımda böyle çağrışımlara neden olur. Lisette Model 1901 yılında Yahudi bir ailenin kızı olarak Viyana’da dünyaya gelir. Konser piyanisti olmak isteğiyle 17 yaşında piyano dersleri almaya başlar. 1920-21 yılları arasında üzerinde çok etkisi olduğunu söylediği Arnold Schoenberg ile çalışan L.Model bu ilişkiyi şu sözlerle anlatır: “Eğer hayatım boyunca üzerimde çok büyük etki yapmış bir öğretmenden söz edilecekse bu kişi Schoenberg’den başkası değildir.” Ailesi 1.Dünya Savaşı’nda tüm servetini yitirdikten ve babası da 1924’de öldükten sonra annesi Lisette’i ve kardeşini alarak Fransa’ya dönmeye karar verir. Lisette 1926 yılında Paris’te konservatuvara devam etmeye başlar. Ancak müziğe olan inancı giderek zayıflar ve resim yapmaya karar vererek 1930’lu yılların başında sanat eleştirmeni Andre Lhote ile çalışmaya başlar. Bu ilgisi de uzun sürmez ve 1933’de fotoğrafla ilgilenmeye başlar. Niyeti para kazanmak amacıyla karanlık oda teknisyeni olmaktır. Andre, Lisette’e Rolleiflex kullanmayı öğretir. Model fotoğraflarında bir yandan amatör enstantanelerin el değmemişliğini korumak isterken, diğer yandan da karanlık odanın gücünün farkındadır. Nihai görüntü çekim sonrasında karanlık odada baskı sırasında elde ediliyordu aslında (farklı kadraj, büyütme, açma, koyultma, maskeleme vb. işlemler). Lisette Model,1938’de eşiyle birlikte gittiği ABD’ye o dönemde pek çok sanatçının yaptığı gibi yerleşmeye karar verir. Dergilerde karanlık oda teknisyeni olarak iş aradıysa da, PM Weekly dergisinin fotoğrafçısı ve aynı zamanda sanat yönetmeni olan Ralph Steiner, Model’in fotoğraflarına hayran olur ve onu fotoğrafçı olarak işe almaya karar verir. İşleri ilk olarak “Promenade des Anglais” başlığıyla PM Weekly’de 1941’de yayınlanır. Lisette Model’in 1940-50 arası fotoğrafları “New York Okulu” fotoğraflarından sayılabilir. Bu geniş kategoride yer alan fotoğrafçılar 1936 ile 1955 yılları arasında daha çok klasik ve belgesel tarzda fotoğraf çeken bir grup fotoğrafçıyı kapsamaktadır (Walker Evans, Robert Frank gibi). L.M’in 1941-45 arası fotoğrafları daha çok New York’a dair izlenimlerini yansıtır. L.M fotoğrafa “dünyayı farklı bir gözle görmeyi öğreneceği bir sanat dalı olarak” bakmaktadır. 1950’li muhafazakar yıllarda, ticari değeri olmasa da “kendi” istediği fotoğrafları çekmeyi sürdürerek, 1946’da dergilere fotoğraf çekmeyi bırakır. 1949’da Ansel Adams’ın kurduğu California Güzel Sanatlar Akademisi’nde hocalık yapmaya başlar. L.M deneysel fotoğrafa inanmaz. An’ı görüntülerken yaşanmakta olan dönüşümün kendisinin yeterince deneysel olduğunu ve fotoğrafçının, objektif ve konu ile birlikte inanılmaz bir hızla dönüşmekte olduğunu düşünür. Fotoğrafçı her an farklı/başka bir deneyimle başbaşa kalabilmektedir. İnsanlık hallerinin, durumlarının kurgusal bir deneysellik çerçevesinden anlatımının ise fotoğrafçının kendi’lik halini gölgeleyebileceğini düşünür. Kısaca katılalım ya da katılmayalım – ki ben bu saptamalara yürekten katılıyorum ama bu deneysel fotoğrafa karşı olduğum anlamına gelmiyor; hatta bazı deneysel işlerde ortaya konulan soyutlamalara kendimi yakın hissettiğimi bile söyleyebilirim - ama Lisette Model’in gözlerinin, kalbinin ve beyninin (bu kategoriye çok rahatlıkla Diane Arbus ve Nan Goldin’i de katabiliriz) yaşam(ay)ı böylesi bir deneysellikten görmeyi ve fotoğraflamayı hiçbir zaman kabul etmediğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Lisette Model, 1951 yılından ölümüne kadar (1983) New York’taki New School for Research’de fotoğraf dersleri verir ve tüm bildiklerini, Schoenberg’den öğrendiklerini özellikle bir kişiye aktarır: Diane Arbus’a. 1923-1971 yılları arasında yaşayan Arbus, Model ile 1951 yılında New School for Research Okulu’ndaki dersleri sırasında tanışır. “Lisette Model 55” adlı kitapta bu ilişki şöyle anlatılıyor: “D.A ile L.M (öğretmen ve öğrenci olarak) Lisette Model’in A.Schoenberg ile paylaştığı türden derin bir ilişkiyi paylaştılar. Bu farklı ilişkide öğretme ve öğrenme – en geniş ifadeyle - bir sanat ve yaşam felsefesinin aktarılması oldu.”
Lisette Model fotoğrafla ilgili görüşlerini aynı kitapta şöyle özetliyor: “Enstantanelerin tutkulu bir aşığıyım. Çünkü inanıyorum ki tüm fotografik görüntüler ancak bu şekilde gerçek olana yaklaşıyorlar. Enstantaneler çeken bir fotoğrafçının çektiği fotoğraflarda bariz bir düzensizlik ve mükemmel olmama hali vardır. Fotoğraflar hiçbir şekilde düzgün değildir, tasarlanmamış, üzerinde düşünülmemiştir. Bu dengesizlikten, bu bilinmezlikten ve fotoğrafta ancak bu şekilde çekildiğinde var olan gerçek masumiyetten çekilene uzanan izlediğimiz inanılmaz bir canlılık ve yaşamın ta kendisidir.”
Lisette Model’in fotoğraflarını yapan duygularıdır.
Fotoğrafları kendiliğinden, hiç sakınmasız ve sanki izin almadan size dosdoğru bakar.
82 yıllık yaşamının büyük bölümünü fotoğraf çekerek ve öğreterek geçiren fotoğrafçı, “tutkuyla bağlı olmadığınız hiçbir fotoğrafı çekmeyin” derken bence çok haklıdır.
Çünkü en çok unuttuğumuz, belki de en az öğrendiğimiz şey değil midir:
Sevmek,
Bu sevgiye hakkını vermek ve
Bağlanmak...
Bir fotoğrafa
ya da
Bir insana,
Ve en çok da hayata....