Engeller
Ne kadar aceleci acımasızlıklarımız, çabucak/bir kalemde iteleyivermelerimiz ve (geri) dönüşsüz reddedişlerimiz var! Her şey ne kadar kesin ve keskin! İçimizde hayata ve bizde bıraktığı izlere dair birikmiş bitimsiz bir öfke hiçbir koşulda yumuşayamıyor ve duramıyor. Tüm kararları bir an önce almak, tüm sorular cevaplamak ve asla, bir an bile duraksamamak istiyoruz hayata karşı. Karşılıklı bir kaşıma, zedeleme, yaralama, hoyrat davranma (“hayatta bana öyle davranıyor” mazeretinin arkasında, bu derin kendine acımayı ve haksızlığı bir can acıtma olarak yaşa(t)ma), üzerine çullanma, havasız bırakma hali.
Hayaller silikleşiyor, yüzlerdeki yalnızlıklar daha da derinleşiyor ve en çok sevmeyi ve sevdiğimizi göstermeyi unutuyor ya da beceremiyoruz farkına bile varmadan. Bu kadar sertliğin, herşeye ve herkese bu kadar kolay kıyabilmenin, bunca kızgınlığın ardındaki en çarpıcı yalnızlık bu aslında!
Kimse uzak, boş bir toprak parçasının üzerine, rüzgara karşı uzanıp gökyüzüne bakmayı hayal etmiyor. Gene kimse bir kardelen çiçeğinin toprağı delip de dünya yüzüne çıkan beyaz güzelliğine kapılıp, bir kıyıda, hiçbir şeysiz, sadece denizi, zamanı ve sessizliği seyrederek durmayı aklına bile getirmiyor. Hayatın buna izin vermediği bahanesiyle ne durmaya, ne yavaşlamaya ne de gözlerimizin içine bakmaya değil ömürlerimizin zamanı...
Hayat ne beklemeye geliyor, ne de bekletilmeye... Hızla geçip gidiyor, geriye kalacak olanın sonrasızlığın boşluğu olduğunu fark bile edemeden. Ne yapacağını, nasıl yapabileceğini bilememek ve derin sulardan uzak durmak. Bir yandan fotoğraflar çok renkli olmalı, baskılar duvarları kaplamalı ve hiçbir şey az olmamalı. Ne renkler, ne sesler, ne sözler, ne söylenenler!! Bir yandan da filmler kalabalık, hareketli, kısacık bir zaman aralığında tüm bir yaşamı kapsayacak kadar çok olay ve kişiyi göstermeli bizlere.
Çünkü hayatlarımızın bir bekleme odası yok!
Ne de bir kıyısı kendimizi bütünüyle rahat bırakabileceğimiz, yüzlerimizin sessiz ve yalansız kalabileceği!
Artık küçük dünyalar, tek kişilik sıkıntılar, mutluluklar geçerli değil dünyamızda, öyle olmalı ki geçen zamanın ‘nasıl’ı fark edilmemeli. Kimse sıkılmamalı “ait olmadığı, bilmediği” hayatlardan ve o hayatları izlemekten. Ama onları adeta yaşıyormuşcasına takipsizliklerde kaybolmalı ve unutabilmeliyiz bir anda herşeyi. Bu kaybolmanın ve unutmanın, kendilerimizden açık bir vazgeçme olduğununu da görmezden gelerek hafifletilmiş hayatlarımızın!
Çok kısa bir süre önce İstanbul’da gişe rekorları kıran onca film arasında; “Buzdan Hayaller” adlı bir İzlanda filmini çok az bir seyirciyle, Lars Von Trier’in “Beş Engel”ini de tek başıma izlediğimi düşündüğümde, şehir merkezine uzak bir sinemada muhtemelen bir haftadan fazla oynamayan ve gazetelerde neredeyse küçük ilan kutuları kadar bir alanda, haklarında ancak birkaç satırlık yazının yazıldığı, bunca gözardına, küçük bütçeli ve az oyunculu filmler olmalarına karşın aslında koskocaman ve ömürlük olan filmler ve öyküler nedense hayatlarımızı ıskalayıp geçiyor. Billboardlarda ya da gazetelerde yer alan ve çarpıcı hikayelerinin olduğu düşünülen fotoğraflar, çok renkli, albenili ama içi boş(almış) ya da zaten hiç içleri olamamış fotoğraflardır (amaçlarının farklı olduklarını ben de biliyorum). İlgimizi on, onbeş saniyeliğine çekerler ve gaza basar gideriz ya da sayfayı çeviririz aklımıza değmeyen bir görüntüyü daha geride bırakarak. Ne çoktur böyle fotoğraflar: Yüzlerce dia gösterisi, yüzlerce yarışma, derdi “güzel, hoş” fotoğraflar çekmenin ötesine geçmeyen, birbirini taklit eden, bir makine ve bir dia gösterisine fotoğrafçı olduğuna inanmış ya da inandırılmış bir sürü insan. Sözüm ne bir kişiye, ne bir kuruma, sözüm ortada görülemeyenlere, olmayanlara, varmış gibi duran ama çekilmemiş fotoğraflara. İçinde yaşanılan dünyaların kendimize ait olmayan yanına, hep o yanda duruyor olmamıza, hayata kendinden doğru, kendi sözü ve içiyle bakmamaya yani onca uzaklığa ...
Galiba bir tek “Duvara Karşı”yı görmezden gelemedik. Gelemedik, çünkü hikayenin kendisi, yönetmenin dili ve oyuncuların en sahici, aşka dair en çırılçıplak halleri, teslim olmayı bilmeyen ruhlarımızı öyle derinden sarstı, öyle apanasız yakaladı ki, sıkıştık, elimiz kolumuz bağlandı ve bir ömrü hayat yapan aşka, sevmeye, bırakmaya ve kaybetmeye, tutunamamaya ya da vazgeç(me)meye, yani tüm beceriksizliklerimize dair ne varsa, hiç çekinmesiz gösterdi bu film bizlere. Kendini “maço” bulan yönetmen bir ropörtajında, filminin “feminen” olduğunu söyledi, hiç öyle düşünmemiştim ama belki de doğruluk payı olan bir saptama bu! Çünkü filmde en çok duygular örtünmesiz, içerden ve hissedildikleri açıklıkla, neredeyse hiçbir şey noktasında, en gözü kara haliyle – ölüm bile- yaşanıyor, yaşanabiliyor. Filmde bu duyguları bir tek Sibel’in değil, Cahit’in de aynı içerdenlikle yaşadığını biliyoruz ancak böylesi bir örtünmesizliğin, yaşamanın, filmin genel dilinin kadınlıkla bağdaştırılmasının – hem de yönetmen tarafından - tam şundan dolayı diyecek kadar kelimelere dökmesem de, çok hoşuma gittiğini, bana “evet, galiba” dedirttiğini söylemeden edemeyeceğim.
Ve sanki beni etkileyen de, bana en çok böyle bakan, bu duyguyu, böyle yaşamayı izleyene de taşıyan, hissettiren ve sarsabilen hikayeler ve bu hikayelerden çıkan fotoğraflar. Galiba o yüzden Nan Goldin’in, Pawal’ın bir kış sabahı Positano’daki plajda gülerkenki fotoğrafını, sevgilisinden dayak yedikten aylar sonra çektiği kendi portresini ya da şair, oyuncu ve bir kültürel aktivist olan Cookie Muller’in New York’ta bir barda içki içerken çekilmiş fotoğrafını, çok hayatın kendisine dair, sahici ve kendime de çok yakın buluyorum.
Böyle görüntüleri görmeye alışık olmamaklığımız ya da öyle fotoğrafları fazla özele dair bulup, “bunu bize niye gösteriyor ki!” diye yüzümüzü buruşturmamız, hatta biraz iğrenç bile bulmamız, hemen dışımıza atarak; “İyi ki bu bana ait değil!” ruh haliyle derinden bir iç çekiş ve rahatlama hali, ne kadar kaçılabilirse o kadar uzaklara düşmek kendinden ve dışarlıyarak yaşamsal olanı, rahatlatmak kendini...
Nan Goldin’in fotoğraflarının tıpkı Duvara Karşı’da olduğu gibi baktıkça insanın içini acıtan, kimi irkilten, izleyeni dışarı iten bir yanı olsa da, bir daha baktığınızda – ki bunu kaçınılmaz olarak, bir refleks olarak yapıyor insan – mutlaka size bir yanıyla yaklaşıyor ve dokunuyor. İşte bu temas anının bana fotoğrafın çekildiği andaki gibi bir büyüsü, bir dokunulmazlığı ve derinden sarsan bir yanı var gibi geliyor. Kendinden kaçmamanın, yüzleşmenin bir bedeli olsa gerek, içerilere doğru uzun uzun bakabilmenin ve yalansızlığın. Nan Goldin fotoğraflarında ve fotoğraflarıyla hayatın önümüze koyduğu bütün engelleri yıkıyor adeta. Sahici olmayan hiçbir şeye izin vermiyor ve sarsıyor bizleri; çünkü belli ki öyle yaşamıyor ve eminim en çok da kendisi etkileniyor, sarsılıyor ve yoruluyor bu yaşadıklarından; ama asla hayata göz ucuyla bakmıyor ve “miş gibi yapmıyor”... Çırılçıplaklığı kelimenin tam karşılığıyla yüzlerimize vuruyor. İlk bakıldığında muhtemelen kimse “aaa ne güzel fotoğraflar!” diye üzerine atlayamıyor Nan Goldin’in fotoğraflarına, tersine irkiliyor, tüyleri diken diken oluyor ve bir adım geriye sanki gizli bir el tarafından itiliyor, ama o el bir yandan iterken, bir yandan da tutuyor, bırakmıyor ve durduruyor sizi, beni, çünkü vazgeçmiyor size bakmaktan, tıpkı fotoğrafçının çekim yaptığı anda, o zamanda karşısındakine/çekilene baktığı gibi. Ve yakalanıyorsunuz çaresiz. İşte ben tam da bu çaresizliği seviyor ve belki de bir tek bu büyülü zamanı fotoğrafa dair buluyorum. Belki o yüzden uzun zamandır kızıllıklar içinde (etkileyici, ışığı düzgün!) bir gün batımı fotoğrafı ya da kapısının önünde ayak ucundaki kedisiyle birlikte kendi halinde otururken, oradan geçmekte olan ve elinde makine de olan avcı tarafından (“bunu kaçırmamalıyım!”) tespit edilmiş bu sevimli (!) yaşlı ya da köylü kadınının görüntülerini ne aklıma ne de kalbime sığdıramıyorum, böyle fotoğraflar bana hiç değemiyor ve içime yer edemiyor. Bu görüntüleri hayattan çıkarırken, varolana bir söz olsun eklememek, “zarasız” ama fotoğraf olduğu düşünülen görüntülere giderek daha çok yer açmak ancak ufkumuzu daraltıyor ve daha çok da hayallerimizden çalıyor. Güzel görüntülerin tespitçileri, yaşadığımız zamanı bir tek sabahlara, akşamlara, gölgeye, renklere, dağlara, çiçeklere hapsederken, önce kendilerini kandırıyorlar, sonra da bizleri. Görüneni görmekte ustalaşmış gözlerimiz, görünmeyenin peşine düşmüyor nedense! Bir gün hayatı sadece bir manzara olarak yaşamayı artık bir kenara bırakarak, kendi içimizdeki hayata, oradaki hikayelere de bakabileceğimizi düşünmek istiyorum.
İşte Nan Goldin bence bu iç seyirin peşinde koştuğu için bir tek o zamana ait olmayan görüntülerle ve o güne kadar sormadığımız sorularla başbaşa bırakabiliyor bizleri. Arkadaşları ve sevgililerinden oluşan ve birbiriyle hiçbir akrabalığı olmayan kocaman bir aileyi New York’ta, Londra’da, Berlin’de, Paris’te ya da Amalfi sahillerinde fotoğraflarken çektiği onca fotoğraf, bu iç duygusunu bizlere taşıyabildiği, ulaştırabildiği için hayallerimize bu kadar ortak olabiliyor, onları çoğaltabiliyor ve bizleri gerçek bir “öteki” yolculuğuna çıkartabiliyor. Belki de bu yüzden Nan Goldin’in aile fertlerinden Cookie Müller’in yalnız ya da sevgilisiyle birlikte, Nan Goldin 55’teki (Phaidon 55 serisi) ve Guida Costa ile birlikte hazırladıkları “Ten years after” (On yıl sonra) adlı kitabında yer alan fotoğrafları beni bu kadar etkiliyor.
Laleper Aytek