|

Eşitlik mi, Farklılık mı?

 

 

“Evrensel insanlık, eşitlik ve özgürlük,

haklar ve sorumluluklar gibi idealleri temel alan

evrensel bir toplumsal kimliğin dayanağı var mıdır,

ve özgül farklılıkları bastırmaksızın

bu tür idealleri olumlamak mümkün müdür?

Fatmagül Berktay, Tarihin Cinsiyeti.

 

 

“Fotoğraf Cinsiyetli midir? ya da “Cinsiyet Kimliği İçeren bir Pratik midir?

Fotoğraf cinsiyetsiz olabilir mi? Peki ya bakış?

Fotoğrafın, fotoğrafı yapan tüm değişkenlerle birlikte fotoğrafçısı üzerinden bir cinsiyeti hatta farklı aidiyetleri de yok mudur?

20.yüzyılın ortasına kadar kadın sanatçı sayısı erkeklerin üçte biri olan, kadınların temel kariyerlerinin evlilik olarak görüldüğü bir dünyada geçmişin ve bugünün düzeninin erkek olarak doğma şansına erişmemiş yahut tercih etmeyen herkes için yalnızca sanat alanında değil daha başka yüzlerce alanda da engelleyici, baskıcı, cesaret kırıcı ve ayrımcı olduğunu biliyoruz.

Kadınların ne kadar yetenekli ya da dahi olsalar da, eksik, cılız!!! ve yetersiz görüldüklerini de biliyoruz.

Ve erkeklerle aynı ölçüde yetki ve başarı elde etmelerinin tarih boyunca toplumsal, sosyal ve kurumsal olarak engellenmiş olduğunu da.

Fotoğrafın tarihi de bu engellemelerden ve ayrımcılıklardan payını fazlasıyla almış bir tarihtir.

Kadınların ve işlerinin yüzyıllardır yok sayıldığı bir dünyada kadın fotoğrafçılar olarak duruyor ve işler üretiyor olmak, ayrımcılık değil, görünür olma talebidir. Ve bu talep sayılmayan tüm aidiyetler için geçerlidir. Her fotoğrafçı tercih ettiği, taşıdığı aidiyetlerini fotoğrafçılığıyla birlikte anmakta, fotoğrafçılığını bu aidiyetle birlikte yapmakta özgürdür, özgür olmalıdır. Ve bu özgürlük ki, görüntünün öznel bir ima ile (yeniden) inşasında çoğaltan ve katmanlaştıran vazgeçilmez bir unsurdu.

Ve asıl mesele- Linda Nochlin’in “Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok?” sorusuna, Nanette Salomon’un cevabıyla, “normal” sayılan seçkileri şüpheli hale getirecek yeni stratejiler belirlemek ve yeni görsel okuma önerileri getirebilmek”[1] üzerinden bir cevap bulma isteğidir de aynı zamanda.

Sanat tarihçi, akademisyen ve eleştirmen Ahu Antmen Semiha Es Uluslararası Kadın Fotoğrafçılar Sempozyumu çerçevesinde hazırladığımız “İkinci Göz TR’den Kadın Fotoğrafçılar” sergisinin kataloğundaki giriş yazısında şöyle diyor; “Beauvoir’e göre cinsiyet ayrımcı toplumlarda kadınlar ya tümüyle ‘kadınlıklarına hapsolurlar ya da kadın olmayı tümüyle yok saymak durumunda kalırlar; kadın olmak halinin mutlak kabulüne ya da reddine zorlanırlar. Erkekler için böyle bir durum yoktur; onlar sanki biyolojilerinden arınmış varlıklardır. Dolayısıyla, ‘erkek fotoğrafçılar’ üzerine bir sergi hazırlamak üzere yola çıkılmaz sözgelimi; cinsiyete dayalı böyle garip bir ayrımdan söz edilmez. Sonuçta ortaya çıkan sergiler, seçkiler, kitaplar yalnızca ya da sayıca daha çok erkeklerden oluştuğunda da çoğu kimse, yapılan tercihlerin özünde bir cinsiyeti diğerine tercih etmekle ilgili olduğunu düşünmez, erkeklerin doğal olarak daha yetenekli ya da etkili olduğu varsayılır.”

Ne bugün ne de geçmişte jenerik “nötr” bir insan kavramı olmadığını, insan olarak değil, toplumsal cinsiyete sahip kadınlar ve erkekler olarak yaşadığımızı biliyoruz. Feminizm bize hiçbir şey öğretmediyse bile bunu gösterdi ve dünyaya böyle yeni, farklı bir perspektiften bakabilmemizin önünü açtı diye düşünüyorum.

Kimliklerimizin kurgulanmasında sadece kadın ya da erkek olmamızın değil, bizi yapan tüm aidiyetlerimizin önemli olduğunu da gösterdi.

“Ötekileştririlenleri” anlamaya başladık ve ötekileştirmelerin arka planını görmeye.  Tarih boyunca sistemli bir şekilde ötekileştirilmiş olanı ve sebeplerini anlayabilmemiz, örgütlü kurumsal yapıların, algıların, uygulamaların ve kavramların eleştirilerek, yeni okuma önerilerinin geliştirilebilmesi ve dönüşümün yolunu açabilecek yeni bir algı kazandık.

Kimliklerimizin sabit değil, her an bozulup yapılabilen bir kurgu olduğunu fark ettik.

“Öteki”ni anlayabilmek için önce kendimizi anlamamız gerektiğini fark ettik.

Kendini anlama  başlangıçta sorgulanmamış varsayımlarımızın ve ön yargılarımızın sınırlılığını taşıyordu ve bizleri “normal” sayılan kabuller dünyasına hapsetmişti.

Önce kendi ön-kabullerimizi sorgulamaya başladık.

Farklılığa değer vermeyi yok saymamayı, görmezden gelmemeyi, etkileşime ve değişime açık  olmayı öğrendik. Ve bunun mutlaka kamusal alanda yapılması gerektiğini, açıklıkla tartışılması gereğini anladık, tıpkı bugün burada birlikte yapacağımız gibi.

Bunu yapamadığımızda ya etrafımıza duvarlar örerek, kendimizi dar kalıplar ve tanımlara (normal gibi) mahkum ediyoruz ya da her şeyin yavan bir hoşgörüye dönüşme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyoruz.

 

Gültekin Çizgen gibi, 55 yıllık bir fotoğraf grubunun (İFSAK) dergisinde yazdığı “Sanat ve Kadınlara Dair” başlıklı yazısında (2014/02) “Ve üstelik mimarlıktan edebiyata, müzikten resme kadar sanatımızın diğer alanlarında daha zengin sayıda boy gösteren kadınlarımız fotoğraf alanında ÇOK CILIZ.” diyen bir erkek fotoğrafçımız olsa da, GÇ aynı yazısında kadın fotoğrafçılar üzerine

  1. Kadının (herhalde bu coğrafyada olsa gerek) yükselen bir fotoğraf şarkısı var mı?
  2. Hangi kadın fotoğrafçılar özgünlükte iddialı, kadınsı bir duyarlılık aktarıyorlar?
  3. Fotoğrafta tarza dair bir yenilikleri var mı?
  4. Daha gelişmiş bir empati ve sezgi ile yaklaşıyorlar mı?
  5. Erkek ve kadın bakışı arasındaki kadınsı hakikat hissi nedir?
  6. Kadın fotoğrafçılarımız fotoğraf üzerine yeni bir gerçeklik ortaya çıkarmış mı?

gibi yavan soruları sormuş olsa da;

Ne kadar sevindirici ki, 90’lı yılların sonuyla birlikte;

  • bu coğrafyada da bugüne kadar “normal” sayılan seçkilerle ilgili şüphelerimiz var artık; fotoğrafta güzellemelerin peşinden gitmeyi tamamen olmasa da bıraktık;
  • Dünyayı fotoğraf üzerinden eksik, tekinsiz, deforme, ayrımcı ve kusurlu halleriyle de algılamaya, anlamaya ve yeni sorular sormaya başladık.
  • Bir zamanlar söylendiği gibi “Türkiye’yi en iyi Türkler çeker” milliyetçi hatta faşist diyebileceğim “yavan” ve “sığ” yaklaşımı artık kimse için inandırıcı değil, geçerli değil.

Ancak,

  • Eğer bugün TR’de düzenlenen fotoğraf yarışmalarında kadın fotoğrafçılar katılımcı olarak seçilebildikleri halde (ve hatta yüksek oranda da katılım sağlıyorlar) seç(e)miyorlar yani neredeyse “süs” yüzeyinde temsil edilerek (erkek fotoğrafçılar tarafından) sadece seçiliyorlarsa,
  • 13 yıldır fotoğraf yarışması düzenleyen bir kurum, bu yarışmaların jürisinde bugüne kadar, hiçbir kadın fotoğrafçıya yer verilip verilmediği sorulduğunda yanıtı, “hiç aklımıza gelmedi” olabiliyorsa;
  • 2014’de Thames & Hudson tarafından yayınlanan ve David Gibson’un hazırladığı “Street Photographers Manual” kitabı için seçilen 20 fotoğrafçıdan sadece 3 tanesi kadın ise;
  • Dünyanın en önemli fotoğraf ajanslarından biri olan Magnum’daki toplam 89 üyenin 11’i kadın, bu 11 kadın fotoğrafçının 3’ü hayatta değil, 3’ü de henüz aday durumunda yani tam üye olan 5 fotoğrafçı toplamın sadece %5.6 gibi bir oranına karşılık gelmekteyse,

 

Bu vb. indikatörler önemlidir, önemsenmeli ve kamusal alanda  bir görünür olma talebi olarak tartışılmalıdır.

Cinsiyet eşitsizliğinin fotoğraf dışında pek çok alanda da hepimizin bildiği çok vahim rakamları var.

Değerli hocamız Prof.Dr.Çiğdem Kağıtçıbaşı’nın araştırmasına göre TR’den bazı istatistikler verecek olursak:

  • TR’de çalışan erkeğin gelir düzeyi günlük 28.32 USD, kadının ki ise 8.1 USD (bu sadece cinsiyet eşitsizliğine değil fırsat eşitsizliğine de işaret eden bir rakam.
  • TR UNDP İnsani Gelişmişlik Endeksi’nde 187 ülke arasında 69.
  • Cinsiyet ayrımcılığı endeksinde 147 ülke arasında 118.sıradayız. Bu endekste Meksika 85, Yunanistan ise 69.sırada
  • TR’de kadın nüfusun %80’i ev kadını.

Yani görünür olma talebimizde her alanda haklı olduğumuzu düşünüyorum.

Bu talebin sadece kadın olmamızla bir ilişkisi olmadığını ilave etmeme bilmem gerek var mı? Ama böyle düşünenler olacağını bilerek son bir cümle daha eklemek istiyorum:

Söylemek istediğim, Türkiye’deki kadın fotoğrafçıları işleriyle “çok cılız” bulan erkek bakışını açıkça rahatsız etmek, kadın fotoğrafçıları ve fotoğraf üzerine çalışan akademisyenleri  sorgulamaya davet etmek ve Türkiye’de özellikle 90’li yılların ikinci yarısından itibaren sayıları önemli ölçüde artan kadın fotoğrafçıları üretmekte oldukları nitelikli projelerle birlikte görünür kılarak, kemikleşmiş kanonik algı ve yaklaşıma karşı çıkma çabasıdır.

Bu coğrafyanın yetiştirdiği ama çok yakın zamana kadar başarıyla görmezden geldiği; Semiha Es, Yıldız Moran, Maryam Şahinyan, Eleni Küreman ve daha pek çok kadın fotoğrafçının sesini, sözünü ve gözünü gün yüzüne çıkarma çabası ve gerekliliğidir.

Bu çabadan özellikle geçmişteki kadın fotoğrafçıları(mızı) ‘sayılmayanlar’ kategorisinden kurtararak işlerini gün yüzüne çıkarmak ve genç kuşak kadın fotoğrafçıların önünü açabilmek üzere vazgeçemeyiz, asla vazgeçmemeliyiz.

 

Laleper Aytek

Ekim 2015

 

 

 

[1] Nanette Salomon, “Sanat Tarihi Kanonu: Dışlama Günahları”, İletişim Yayınları, Sanat Hayat Dizisi, 13, 1.Baskı 2008, İstanbul, s.171.