Fotoğraf mı, Sanat mı?
Özellikle Türkiye’de fotoğraf camiasında yıllardır cevabı verilemeyen bir soru olmuştur fotoğrafın sanat olup olmadığı. “Fotoğraf sanat değildir” diyenler; sanatın en temel unsurunun yaratıcılık olduğu (çok doğru), fotoğraf çekerek yaratılamayacağı, ancak ve ancak varolanın kopyalanacağı tezini savunurlar. Söylenen kısaca şudur: Fotoğrafçılar gerçek dünyadan alıntı yaparlar ama yorumlamazlar. Görüntüledikleri sadece varolanı bütün içinden çekip çıkarmaktır. Ve bu çekip çıkardıkları şeye yeni bir söz, yeni bir bakış kat(a)mazlar ama sadece tespit ederler. Görüntünün saniyelerin binde birlerine sıkıştırıldığı anın dondurularak öldürüldüğü, silah olarak da fotoğraf makinesinin kullanıldığı söylenegelir. Bu değerlendirmelerden yola çıkarak fotoğraf öldürmektir, fotoğrafçı da öldürür denilebilir sanıyorum. Ölüm eylemi ise fotoğraf makinesinin aracılığıyla gerçekleştirilmektedir. (Bütün bu değerlendirmeler paralelinde, Ara Güler’in “reklam fotoğrafçıları fotoğrafın mikroplarıdır” yorumu da fotoğrafa ve reklam fotoğrafçılarına ilişkin bir başka doğru tanımlama olarak düşünerek, “ey mikroplar!!! titreyin ve kendinize gelin… Sahip olduğunuz kudret ancak ve ancak yok etmektedir. Yaptığınızı sanat zannederek içinde bulunduğunuz gaflet ve dalalet uykusundan uyanın ve bir an önce “doğru yolu” görün!!!!” diyecek kadar ileri gitsem birisi de çıkıp, yok, o kadar da değil dese, ben de o zaman sorarım: Peki, ne kadar diye?)
Susan Sontag şöyle diyor: “fotoğrafçılar sahip oldukları aktif, alıcı, değerlendirici bakış biçimleriyle dünyayı yakalarlar. A.Stieglitz’in ünlü fotoğrafı Fifth Avenue Winter’I çekmek üzere uygun anı yakalayabilmek için saatlerce ayakta beklemesini belgelenmiş görüntü diye geçemeyiz (oysa Ara Güler bunu, başta kendi fotoğraflarına olmak üzere hep yapmaktadır. -y.n.-). Eğer mesele 5.caddedeki karın belgelenmesi olsaydı, Stieglitz oraya gider, makinesini hazırlar ve sokağı/karı çekip giderdi. Ama “uygun an” için saatlerce bekledi. Bu uygun an’ın ardında dünyayı bakanın gözünden görme ve böylece bir başka bize ait görme biçimini başlatma etkinliği yatmaktadır”.
Yaşamdan ayrıştırdığımız şeyleri yakaladığımız anın içinde(n) anlatmaya, ifade etmeye çalışırken, sadece o ana adanmış görüntülerin yani fotoğrafın bize gösterdiklerinin dışında ya da ötesinde fotoğrafçının o fotoğrafı aracılığıyla dünya ile olan ilişkisini anlamaya ve o anlamadan yola çıkarak da kendimiz başka anlamlar kur(gula)maya başlarız. İşte bu farklılıkların yarattığı bir çoğalmadır.
Bu da, o fotoğraf ile karşılaştıktan ve fotoğrafla aranızda bir ilişki geliştirdikten sonra, dünyayı artık daha farklı algılayacağınız, anlayacağınız ve bunu gerçekleştireceğiniz diğer etkinliklere de öyle ya da böyle ama taşıyacağınız anlamına gelmektedir.
S.Sontag şöyle devam ediyor: “Aynı şeyin fotoğrafını herkes ayrı biçimde çeker. Böylece görmek yalnızca bir kanıt/belge olarak kaydetmek değil, aynı zamanda dünyanın birer/farklı değerlendirmesidir de. Görmek denen (fotoğraf makinesiyle kaydedilen, desteklenen) basit bölünmez bir etkinlik değil, hem insanlar için yeni bir görme yolu hem de onların icracısı olduğu yeni bir fotografik görme biçiminin sunumu olmaktadır.”
Doğru, her fotoğraf bir değerlendirmedir. Fotoğrafçının bakışından, sonsuz görüntüler bütünü içinden o kadrajla ayırdederek, saniyelere sığdırdığı bir değerlendirmedir. Dünyaya bakışının zamanın çok kısa bir hali ile dillenmesidir. Bu değerlendirmeyi yaparken herkesin kanıtı, her fotoğrafçının tercihi farklıdır. İşte bu farklılık ki, fotoğrafı belge olmanın ötesinde bir yerlere taşımaktadır. Farklılık fark yaratır (yaratabildiği kadar da fotoğraf olur!!!) ve gözlemcinin farklılığından, dünyaya, olan bitene ve şeylere farklı bakışından, farklı algılayışından ve dolayısıyla da farklı yorumlayışından kaynaklanır. Bu sebeple aynı şeye, duruma, mekana, kişiye ait belge ve o belge ile ilgili değerlendirme/yorum tek değil, sonsuzdur, başka başkadır. Bu başkalık bir tek o fotoğrafçıya aittir ve sadece o fotoğrafçının yarattığı bir başka sözdür, başka yorumdur izleyiciyle buluşan, buluştukça da çoğalan ve çoğaltan. Hepimiz hergün benzer şeyler görüyor, izliyoruz. Bu hepimize o kadar doğal gelen izleme eylemini bir fotoğrafçının objektifinden ğördüğümüzde de o belgeye neredeyse bir fotokopi gibi de bakabiliyoruz. Sanki kim çekerse çeksin aynısını çekermiş, çekebilirmiş gibi geliyor hepimize. Eğer bu doğruysa örneğin Ara Güler’in 1960’lara, 70’lere ait İstanbul fotoğrafları gibi fotoğraflar neden çekilemedi. Çekildi de biz mi bilmiyoruz?, O yıllarda İstanbul’daki tek fotoğrafçı Ara Güler miydi? Tabii değildi. Ama hepimiz için A.G fotoğraflarını diğerlerinden ayıran, farklı kılan, benzemez yapan bir yan vardır, yok mu dur? Ara Güler kendi fotoğraflarını zamana tanıklık olarak tanımlayabilir, doğrudur ama bence eksiktir bu tanımlama. A.G’in fotoğrafları bir tek belgelenmiş görüntü olmanın ötesinde de değerlendirilmelidir. Çünkü, o yıllara ait pekçok örneğinden farklıdır ve bu farkın fark yarattığı hepimizin malumudur (bu kapsamlı değerlendirmeyi öncelikle de A.G’in yapması gerektiğini düşünüyorum).
Nazif Topçuoğlu, “İyi Fotoğraf Nasıl Oluyor, Yani?”(1) adlı kitabında fotoğrafı tanımlayabilmemize, bir sanat değeri taşıyıp taşımadığını anlayabilmemize yardımcı olabilecek pekçok ipucu veriyor (N.T’nin kitabıyla aynı adı taşıyan makalesini bu konuda kafası karışık olan herkese şiddetle öneriyorum). N.T özetle ve kısaca şöyle diyor:
“İyi olarak tanımladığımız fotoğraflardaki başarıyı açıklayacak tek bir kuramsal yaklaşım yoktur. Ama o fotoğrafın “iyi” olduğunu anlamamıza yardım edecek genel ve ortak özellikleri açıklamaya çalışabiliriz belki.
Bir değerlendirme yaparken;
- Her fotoğrafçının yaptığı işlerde fotoğrafçılığın belli biçimsel unsurlarına nasıl yaklaştığı, ışığın tonlarını veya renklere nasıl kullandığı yani fotoğrafın işçilik yanı önemlidir.
- Bir fotoğrafa baktığımızda sanatçının niyetinin ne olduğunun anlaşılabilmesi de önemlidir. Ondan sonra sanatçının bunu gerçekleştirebilmekte ne kadar başarılı olduğu ve yapılan işin samimiyeti sorgulanabilir.
Fotoğrafçının tutarlılığı, dürüstlüğü ve anlatmak istediklerine ne kadar inindığı ortaya koyduğu işlerin bütününden çıkartılabilir. Eğer bu biçim ve içerik bütünlüğünün oluşturduğu bütünlüğe uslup dersek, o zaman bütün bu bilgilerin ışığında “iyi” fotoğrafla karşılaştığımızda tanıyabiliriz. O fotoğraf ta bir sanat eseridir.
Sanat fotoğrafı yoktur, sanat değeri taşıyan fotoğraflar vardır.
Bazı fotoğraflar sanat değeri taşır, bazıları taşımaz.”
Tam yeri gelmişken N.T’un sözlerine şu eklemeyi yapmadan geçemeyeceğim:
bence fotoğraf sanatçısı da yoktur, fotoğrafçı vardır. Reklam fotoğrafçısı diyebilirsiniz, vesikalık fotoğrafçı, moda fotoğrafçısı diyebilirsiniz ama fotoğraf sanatçısı diyemezsiniz. Vesikalık fotoğraf çeken kişi de fotoğrafçıdır, reklam fotoğrafları çeken kişi de. Aralarındaki tek ve en önemli fark fotoğrafın değişik alanlarında çalışıyor olmalarıdır. Bir fotoğrafçının örn. reklam fotoğrafları çektiği için fotoğraf sanatçısı olarak yayınlarda, TV söyleşilerinde, yapılan ropörtajlarda tanımlanması ve böylece diğer fotoğrafçılardan ayırd edilmeye çalışılması, sanatçı payesinin de bu şekilde veriliyor olması bence tamamen yanlış ve uydurma bir tanımlamadır.
“Bir fotoğrafın sanat değeri taşiyabilmesi için fotoğrafa ilişkin toplumsal-kişisel bir bilinç oluşturulmalıdır” diye devam ediyor N.T. “Fotoğraf üzerine bilgilenmek gerekiyor. Üretkenliğin artması gerekiyor. Böylece ortaya çıkacak karşılıklı etkileşim ortamında;
- Eleştirilecek ürünler olmalı,
- Eleştiri yapabilecek bilgi birikimine sahip bir izleyici kitlesi olmalı
- Ve zincirin son halkası olarak ta; bu bilgi-eleştiri diyaloğunun ışığında üretilecek/ortaya konulacak fotoğraflar ve bu üretimi gerçekleştirecek fotoğrafçılar olmalı.”
Belki böylece fotoğrafa ilişkin söylediklerimiz gelip geçici değerlendirmeler olmanın ötesinde, bir düşünce ürünü olarak karşımıza çıkarlar ve belki o zaman “fotoğraf sanat mı değil mi?” kör dövüşünden bir adım ileri giderek, gerçekten fotoğraf üzerine, fotoğrafçılar ve daha da çok yapıtları üzerine tartışabiliriz.
(1) “İyi Fotoğraf Nasıl Oluyor, Yani?”, Nazif Topçuoğlu, Yapı Kredi yay., 1992
Laleper Aytek
2000