|

Fotoğraf ve Cinsiyet

Kadın fotoğrafçıların zamana bu kadar gecikmeleri üzerine (gecikmiş) bazı sorular ve akıl karışıklıkları(m)?

“Göz tarafsız olabilir mi bakarken ya da çekerken ?” ve fotoğrafta tarafsızlık dediğimizde bu aslında bir tür bakmasızlık, renksizlik halinin karşılığı değil midir?

Ve fotoğraftaki cinsiyet üzerine akılları biraz olsun karıştırmak ümidiyle birkaç soru daha:

 

  • Fotoğrafın bir cinsiyeti vardır  diyenler aslında açıkça ayrımcılık (mı) yapmaktadırlar?
  • Fotoğrafın cinsiyeti yoktur ama fotoğrafçının vardır!!!
  • Göz,  tarafsız ve cinsiyetlerüstü (mü)dür? Peki ya kalp?
  • Deklanşöre basan parmak, basmadan önce, bastığı anda ve sonrasında hiçbir şeysiz “nötr” duygu ve düşüncelerle mi  yaşar ve çeker o an’ı? Yani: Bir fotoğraf duygularsız mı çekilir?

 

Eğer bu soruların hepsine cevabınız hızlı bir “evet” ise/olabiliyorsa, o zaman ben de size aklınızın nasıl bu kadar karışmaksızın kalabildiğini, bu gerçek soruları nasıl ve niye bu kadar çabuk görmezden gelebildiğinizi sormak isterim. 

O güne kadar üzerinde düşünmediğim kadınlık durumu(m) ve bunun fotoğrafla olan ilişkisini 91’den sonra ve biraz geç düşünmeye başladığımı farkedeli epey uzun zaman oldu. İşte en şüphe götürmez, en can alıcı soru: Dünyaya kadınlar ve erkekler olarak doğar, öyle büyü(tülü)r ve yaşarlarken, böyle bir ayrım, böyle bir durum hayatın kendisinde ve ilk baştan beri zaten varken, bunun yaptığımız şeylere, işlerimize (fotoğraflarımıza, yazılarımıza, şarkılarımıza, sözlerimize, duygularımıza)  yansımaması mümkün müdür? Hiç sanmıyorum ama hep bu farklılığı tanımlama, açıklama, ifade etme noktasında gelip tıkandığımızı düşünüyorum. Cevapsız sorular ve eksik düşünceler etrafında dolanıp, bir karşılık bulamayınca ve sanki hayatta her sorunun net, tam bir cevabı varmış gibi, bakışımızda, gözümüzde gözardı edilemeyecek kadınlık pay(dası)ını, bize fotoğraf çektiren, şeyleri başka türlü değil de öyle algılatan, duygularımızı, korkularımızı öyle harekete geçiren ayırdedici bir faktör, bir durum olduğunu görmüyor, yadsıyor ve fotoğrafın cinsiyetsiz (ya da cinsiyetlerüstü) olduğunu ve öyle üretildiğini söyleyebiliyoruz. Oysa bir fotoğrafı yapan fotoğrafçıdır ve yaparken de cinsiyetsiz değil; kadındır, erkektir ya da kendini hissettiğidir. Fotoğraf eğer ve ancak fotoğrafçının duygularının, kalbindeki ve aklındaki titreşimlerle kesiştiği yerde oluşuyorsa o zaman, fotoğrafın fotoğrafçının cinsiyetinden bütünüyle ayrı, ilgisiz, uzak bir şey  olması zordur. (ki katılırım, fotoğraflar kendi başlarına da dururlar, sözlerini söylerler ve izleyene fotoğrafçısı olmadan da dokunurlar.) Bu düşünceden hareketle, kadın olmamızın (ben’lerimizi yapan diğer pekçok şeyle birlikte) çektiğimiz fotoğraflara, yazdıklarımıza olan etkisini sorgulamamanın ya da üzerine düşünmeyi reddetmenin bizleri gecikmenin gerçek nedenlerini görmekten  uzaklaştıracağını düşündürtüyor.

Herhangi bir fotoğrafa bakıp, “bu bir kadın fotoğrafıdır ya da değildir.” demenin o kadar kolay olmadığının farkındayım. Bir fotoğrafla ilgili yapılması gerekli ilk tespitin bu olduğunu da düşünmüyorum. Ama bir yandan da hayatta herşeyi olduğu gibi fotoğrafı da (ya da yaptığımız iş her neyse onu) kadınlar ve erkekler olarak yaşıyor ve yapıyoruz. Kadın ya da erkek olmamız, büyüdüğümüz çevre, gittiğimiz okullar, yaşadığımız ülkeler, anne, babamızın, yakınlarımızın, dostlarımızın nasıl kişiler olduğu, okuduğumuz kitaplar, izlediğimiz filmler, yaşadığımız aşklar, çektiğimiz fotoğraflara mutlaka yansıyor, yaklaşımımızı etkiliyor, dönüştürüyor ve şeyler bizdeki karşılığına bizi biz yapan bu unsurlarla birlikte ulaşıyor. Kadınlığımız, erkekliğimiz hatta cinsiyetle ilgili bilgi, değerlendirme ve tercihlerimiz yaşadıklarımızla ve edindiğimiz tecrübelerle değişebiliyor hatta dönüşebiliyor da... Yaşadığımız belli kırılma noktalarıyla birlikte, etkileri yaptığımız işe bir biçimde yansıyacak olan iç değişimleri, iç yolculukları, bilmediğimiz karşı-laşmaları yaşayarak çoğalır ve akıllarımız karışırken, hayata öyle baktıklarımız ve yaptıklarımız duygularımızın, düşüncelerimizin sözcülüğünü yapar. Bu noktada yaptıklarını kadın olarak, kadın gözüyle, o yaklaşımla yapmak bir fotoğrafçı için diğerinden daha önemli olabilir. Bu farkındalık ve öncelikle fotoğraf çeken bir kadın fotoğrafçının fotoğraflarında farklı bir kadın bakış açısının izleri de sürülebilir.  İşte bu izin peşinden gitmek, sonuçtan yola çıkarak olası farklılıkları sorgulamak bizi daha önceden adını öyle koymadığımız hatta koymayı reddettiğimiz bazı değerlendirmelere de götürebilir. Örneğin şu genellemeyi bir kadın olarak rahatlıkla yapabileceğimi düşünüyorum:  Kadınlar için ayrıntılar (kimi zaman içinde boğulup, bütün görülemez hale gelse de!) önemlidir. Burada sözettiğim görüntüdeki ayrıntı değil. Sözettiğim daha çok duygulardaki ayrıntıseverlik. Duyguların içine doğru  daha içerden, daha kendindekiyle karşılaşmak üzere bir bakmaya, sorgulamaya yakın olma hali. Kadınların gözü, kalbi ve aklı daha içerde olandadır. Dışardakiler ve dışarda olanlar önemsiz değildir ama kendine bakma, sorular sorma, kendini neredeyse sıkıştırma noktalarında kadınlar galiba daha acımasızdır. Erkeklerinse gözü daha dışarda ve dışarıda olandadır (yoruma açık!). Bakışları, soruları daha kendindekinin dışında, kendini belki de herşeyden çok önemseyerek ama önce başkalarının (kadınların?) üzerindedir. Kadınların ve erkeklerin zamanı ve kendilerini çoğaltma halleri, “öteki’ne dair farkındalıkları birbirinden farklıdır. Kadın, (belki de yüzyıllar boyu eviçinde daha tek başına, daha iki üç kişilerle sınırlı hayatlar yaşamış olmanın etkisiyle) içindeki ötekinin peşinden gitmeyi sever, çoğu erkek içinse hayatı, duygu ve düşünceleri karşılayan daha çok ötekilerdir, diğerleridir. Kendindekinin zaten farkında olan? erkek için dış düşler, dış ilişkiler daha gerçek, daha yaşanasıdır. Erkeklerin çoğu gerçeği hayal ederler, kadınların çoğuysa hayal etmeyi severler. (Bu sözlerimin; “erkekler gerçekçi, kadınlar da hayalcidir” olarak okunmayacağını umarak!)

Hepimizin çok iyi bildiği gibi kadınların kendine ait odaları hep evleri olageldi. Kadınların dünyayı kendilerine ait bir odaya dönüştürme istek ve girişimleri ise çok yeni. Fotoğraf dünyasından bir örnek verecek olursam; ilk kadın fotoğrafçılardan Juliet Margaret Cameron’un kızının hediye ettiği bir fotoğraf makinesiyle 1890’lı yıllarda evinin arka bölümünü

stüdyoya dönüştürüp, aile üyelerinin ve yakınlarının fotoğraflarını çekerek ve basarak fotoğrafa başlamasının başka bir açıklaması olabilir mi? Özellikle o yıllarda, kadınların fotoğraf stüdyosu açmaları bile hoş karşılanmazken,  bir kadının evinin dışında bir yerde bir fotoğraf stüdyosu açması ve “görülen” değil de “gören” ya da “seyredilen” değil de “seyreden”  olması mümkün olabilir miydi?  Osmanlı döneminin ilk ve adı geçen tek kadın fotoğrafçısının (Naciye Hanım) olmasının ardındaki gerçek neden kadınların “gören ve görünür” olmasına izin verilmemiş, toplum tarafından böyle bir işin kadına (özellikle müslüman kadınlara) “uygun” bulunmamasından başka bir nedeni olabilir mi? Bu uygunsuzluk zaman içinde geçersizleşmeye başladıktan sonra bile kadınlar bugün de! güzel, çekici, alımlı bir cins-i latif olma halini sürdürmüyorlar mu? Hâlâ seyredenler erkek ve seyredilen de kadınlar değil mi? Kadınların yapamayışlarının ardında eğer başka bir neden aranacaksa bu; kadınların örneğin fotoğrafçı, yazar ya da yönetici olmak için yeterli akıl, beceri ve yeteneğe sahip olmadıkları için fotoğrafçılık, yazarlık ya da yöneticilik yapamayacakları olabilir (mi?).  Kadınlar (ve erkekler de) bu sorunun cevabının “hayır” olduğunu bildikleri gibi,  bu yetersiz, bu eksik temsilin ve özel alandan kamusal alana çıkışın, kadının görünürlüğünün  erkekler tarafından (doğal bir iş bölüşümüymüş gibi) engellendiğinin ve geciktirildiğinin de  farkındalar.

Kadınlar artık fotoğraf da çekiyor, film de yönetiyor, yazı da yazıyor, yöneticilik de yapıyorlar. Kamusal alanda yani dışarıda yeni olmaları nedeniyle birikimsizlikleri, tecrübesizlikleri ve bence en önemlisi önlerindeki modelin sadece erkek ve yaptıkları olmasının kadınların kendileri olarak, “kadın gibi” davranmalarının önünde bir engel, geciktirici bir unsur oluyor. Kadınlar bu süreçte erkekler tarafından hafif bıyıkaltı bir gülümsemeyle ya “erkek gibi” olmakla ya da fazla “kadınca” davranmakla suçlanıyorlar. Ama kadınlar bilincin her düzeyine yerleşmiş bu sistematik engelleme ve geciktirme taktiklerine fazla aldırmadan artık dışarda olmaya, dışarıyı da izlemeye, görmeye, öğrenmeye, fotoğraf çekmeye, yazmaya, yaşamaya ve  biriktirmeye devam ediyorlar. Ve şunu da çok iyi biliyorum ki, kadınlar kendi yöntemleriyle ve kendileri olmaktan vazgeçmeden, kendileri için duracakları  ve yapacakları zamanların fazla uzağında değiller. Ve en önemlisi artık görünmez değiller.

Laura Mulvey’in 1975 tarihli meşhur makalesinde(1) ileri sürdüğü üzere, “izlemek özünde erkek”se, ben bir kadın ve bir fotoğrafçı olarak izlenen olmaktan izleyen olmaya, seyredilen olmaktan, seyreden de olmaya ve hep bakılan olmaktan bakmaya da talibim. Çünkü artık görüntü avcılığının el değiştirmesinin ya da en iyimser ifadeyle paylaşılmasının zamanıdır diye düşünüyorum. Ben böyle düşüne durayım, Alberto Modiano’nun Bileşim yayınlarından geçtiğimiz aylarda çıkan “Türk Fotoğrafında Çıplak” adlı derleme fotoğraf kitabı, Laura Mulvey’in tezinin 2005 itibariyle  adeta bir sağlaması gibi/olarak karşımda duruyor. Kitaptaki fotoğrafçıların/izleyenlerin neredeyse tümü erkek, izlenenlerin de neredeyse tümü kadın olsa da, bir tuğla fotoğraf kitabının hazırlanmış ve yayınlanmış olmasına sevinmeli miyim, yoksa 30 yıl önce yazılmış bir makalenin ana tezinde herhangi bir değişiklik olmayışına  (Alberto’nun yıllar süren gayretli çalışmasını fazlasıyla takdir ediyor ve biliyor olsam da bu derlemeyi yapanın da bir erkek olduğunu gözardı etmeyerek!!!) üzülmeli miyim doğrusu tam karar veremedim.  

Son söz yerine söylemek istediğim şudur ki; bizler, özellikle fotoğrafla, yani görüntüyle ve izlemekle uğraşan kadınlar olarak, yazımın başında sorduğum ve çoğunun cevabı (hem de kadınlar tarafından) her nasılsa çok açık ve kalın siyah “evet’ler olarak verilen  soruları tekrar tekrar sorar, şüpheci davranıp farklı sorulara, şimdiye kadar yapmadığımız, yapmayı reddettiğimiz bakmalara yönelir ve akıl karışıklıklarımızı tartışmaya başlayabilirsek, zaman içinde yüzyıllardır süren uzaklıkları yakınlaştırmaya ve izlemenin hem yönünü hem de özünü yavaş yavaş değiştirmeye, dönüştürmeye doğru gerçek adımlar atabiliriz diye düşünüyorum.

 

 

 Laleper Aytek  

2005

 

(1) Laura Mulvey, Visual Pleasure and Narrative Cinema (Görsel Haz ve Anlatı Sineması)

Bu makale Nilgün Abisel tarafından dilimize çevrilmiştir.