|

Fotoğrafçılık Artık Cebimizde

Bundan yaklaşık 3 ay kadar önce Habertürk’te izlediğim “fotoğraf” adlı haftalık programın konuğu sevgili Merih Akoğul’du. Leica’sını boynundan bir gün bile eksik etmeyen (ama eminim sırt çantasında  konvansiyonel ya da dijital 1 ya da 2 fotoğraf makinesi ve 3 ya da 4 objektifi de hiç eksik olmayan) Merih’e programın sunucusu Bilge Alpay son dakikalarda  şu can alıcı, damardan soruyu sordu daha doğrusu sormadan edemedi: “Peki Sayın Akoğul, dijital çıktı mertlik bozuldu mu?”. “Fotoğraf sanat mıdır?” sorusundan sonra benim en sevdiğim sorulardan biri olan bu soru aşağıda okuyacağınız yazının baş müsebbibidir.

Yıllarca fotoğrafın sanat olup olmadığını sorduk, soruşturduk. Hâlâ da sorguluyoruz ve fotoğrafla ilgili açık oturumlarda, toplantılarda,  yazı ve röportajlarda, hep karşımıza fotoğrafın sanat olup olmadığı ya da dijitalden sonra mertliğin bozulup bozulmadığı soruları çıkıyor ve belli ki daha uzun yıllar da çıkacak! Kimi  cevaplarmış gibi yapsak ta, üstü kapalı bir biçimde, fotoğrafın o kadar da sanat ol-a-madığını, hele dijital fotoğrafla birlikte mertliğimizden (hangi mertliğimizden!) pek eser kalmadığını düşünüyoruz.  Niye? Çünkü artık fotoğraf çekmek kolaylaştı ve herkesin yapabileceği bir hale geldi (bas-çek). Artık hemen herkesin bir fotoğraf makinası olamasa da bir cep telefonu var ve anlar bu sayede kolaylıkla tespit edilebiliyor. Bunu fotoğraf adına bir gelişme olarak düşünebiliriz. Ama galiba üzerine asıl düşünmemiz gereken şey tam bu noktada başlıyor. Dijital ya da cep telefonuyla birlikte mertliğimizin bozulup bozulmadığını sorgulamadan önce, kendimize bugüne kadar ne kadar mert olduğumuzu ya da olup olmadığımızı sormamız gerekiyor. Bence eğer var(dıy)sa mertliğimizi bozacak olan dijital ya da cep telefonunu kullanarak fotoğraf çekmek değildir. Bugünlerde kullanımı çok basit, bir sigara paketi büyüklüğünde dijital fotoğraf makinaları ya da cep telefonlarıyla çekilen fotoğraf sayısında bir patlama yaşanıyor gibi görünse de, Türkiye’de yıllardır hem de çok fotoğraf çekilmektedir ve çok da fotoğrafçı! vardır. Belki yöntem bugünkü kadar hızlı ve kolay değildi ama yine de oldukça fazla sayıda film tüketilirdi. Şimdi şunu sormak istiyorum: Çok fotoğraf çekilse de bu neden gerçekten içimizi titreten, aklımızı karıştıran, elimizi kolumuzu bağlayan ve derinden sarsan fotoğraflara dönüşemedi? Eskiden her evde bir fotoğraf makinası vardı bugün her elde var. Yıllardır diğer makinaların yapamadığını bugün cep telefonlarının ya da dijital fotoğraf makinalarının mı yapacağını düşünüyoruz? Bu, bana fazla kolaycı bir yaklaşım gibi gözüküyor. Asla kötümser değilim ve Türkiye’de son yıllarda eskiye oranla çok daha farklı işler üreten genç, yeni ve fotoğrafla derdi olan solukların olduğunu görerek çok da seviniyorum ama bunu dijital fotoğrafa ya da cep telefonuyla birlikte fazla fotoğraf çekiliyor olmasına bağlayamıyorum. Yani kısaca söylemek istediğim; bu kadar yıldır aslında o kadar da mert değildik. Ve ne yazık ki  Türkiye’de bu yıllar içinde  çok az fotoğrafçının, “kendine ait bir fotoğrafı” oldu. Başka bakmalara ve sorulara yönelmemizin tarihi çok eski değil ve bu coğrafyada fotoğraf üzerine daha farklı sorgulama ve kırılma noktalarına yeni yeni yaklaşıyoruz. Bu kadar yıl üzerine fazla düşünmeden, birbirinin aynı, zarasız, tarafsız, izleyeni bir nebze olsun rahatsız etmeyen fotoğrafla geçtikten sonra, artık bardak galiba doldu ve su bir başka mecraya doğru akmak istiyor. 

Buna belki de bakmanın olgunlaşma süreci de diyebiliriz. Fotoğraf Türkiye’de henüz çok genç, fazla bir geçmişi ve dolayısıyla da bir geleneği olmayan, uzun yıllar dışa kapalı yapılmış bir alan.  Eğer hal böyle olmasaydı, ismini sembol olarak kullanıyorum eminim daha çok Ara Güler’lerimiz olurdu ve o zaman mertlik üzerine sorduğumuz sorunun anlamlı bir karşılığı olabilirdi. Herşeyin sebebi olarak dijital fotoğrafı görme eğilimimiz, suçu ve suçluyu hep kendi dışımızda bir yerlerde aramamız ise yine bir kandırmaca. Cem Çetin, Radikal gazetesinin 20.08.05 tarihli ve “fotoğrafçılık şimdi cebimizde” başlıklı açık oturumunda; “Dijital fotoğraf büyük ölçüde analog fotoğrafın simulasyonudur. İkisini karşı karşıya getirmek anlamsız.” derken çok haklı.

Bugün 77 yaşında olan  büyük usta Ara Güler kendini hep foto-muhabiri olarak gördü, sanatçılığı reddetti ve fotoğrafın tarihin belleği ve şahidi olduğunu söyledi. İster bir savaşta çekilmiş olsun, isterse de bir dönemi belgeleyen görüntüler olarak yıllar öncesinden çekilmiş örn. aile albümlerindeki fotoğraflara bakıyor olalım, doğrudur bir fotoğraf öncelikle belgedir. Bu belgeyi izleyiciye ulaştıransa hangi yöntemi kullanırsa kullansın, fotoğrafçıdır. Fotoğrafı yapansa yöntem değil, çekendir. Ve fotoğrafın fotoğrafçı için, kendine ait; gözü, kalbi ve aklıyla aynı hizada baktığı, biriktirdiği ve yeniden izleyiciye yönelttiği sorular ve cevaplar bütünü olduğuna inanırım. Bu yapıl-a-madığında eksiktir fotoğraf ve eksiltir. Cem Çetin yine aynı açıkoturumda; “Bir sürü insan bu makinelerle berbat fotoğraflar çekebilir ama bunun kime ne zararı olabilir ki, açıkcası merak ediyorum.” diye sormakta çok haklı. Bu “berbat” görüntülerin kimseye bir zararı (ya da faydası) olamaz tersine bir kereliktirler ve kısa sürede unutulmaya mahkumdurlar . Çünkü iyi fotoğraf ısrarcıdır, rahatsız eder ve bir gün, hiç beklemediğiniz bir anda gelir ve kendini size hatırlatır.

 Dijital çağla birlikte sınırlar iyice aşıldı hatta karıştı ve görüntü kaydedebilen cep telefonları sayesinde pek çok insan fotoğrafçekenler kervanına katıldı. Aynı açık oturuma katılan bir diğer fotoğrafçıya, Murat Germene göre bu durum; “fotoğraf adına bir şeyler yapmak isteyenleri düşünmeye sevk edecek bir neden olduğu için olumlu bir gelişmedir ve özellikle ülkemiz –neden özellikle ülkemiz!- için faydalıdır.”  İtirazım bu görüntülere ya da onları görüntüleyenlere değil, onlar (Arif Aşcı’nın da söylediği gibi)  önceden de vardı bundan sonra da özellikle bu yüksek teknolojiler sayesinde  hayatımızda daha da çok olacaklar, olsunlar. İtirazım, Murat Germen’in belirttiği şekliyle; “bu görüntü bolluğu usta olarak addedilen kişilerin veya fotoğrafla bir şeyler ifade etmek isteyen insanların içerik konusunda daha fazla düşünmelerine neden olacağı” düşüncesine.  Murat Germen şöyle devam ediyor: “Eskiden fotoğraf çekiyordum. Şimdi çektiğim fotoğrafların bir şeyler ifade etmesine çalışıyorum.”  Bu yaklaşımla, bir cep telefonuna ve onun toplu iğne başı büyüklüğündeki objektifine gereğinden fazla önem atfetmiş olmuyor muyuz? Bugüne kadar en anlamlı bulduğum cep telefonu görüntüleri, fotoğraf makinesinin hiçbir şekilde giremediği Ebu Garip ya da Guantanamo gibi askeri cezaevlerinde savaş suçlularına uygulanan işkenceleri ve uygulayıcılarını bir anda dünyayla yüzleştiren görüntülerdi. (1)

Biraz derin nefes alabilmek için, “fotoğrafçılık şimdi cebimizde” konusunu bir kenara ve zamana bırakıp, daha çok ihtiyacım(ız) olduğuna inandığım genç ve yeni solukların fotoğraflarına ve açtıkları sergilere dönmek ve sizlerle İstanbul’da izlediğim 3 (dolaylı olarak da 5) sergiyi paylaşmak istiyorum.

İlk sergi, 9.İstanbul Bienal’i kapsamında 5 No’lu Antrepo’nun 2.katındaki “misafirperverlik alanı”nda sergilenen Nar Photos üyelerinin bir başka göz, kalp ve ruh biraradalığında çekildiği yakınlaşıp baktığınızda kendini hemen belli eden İstanbul fotoğrafları. Kerem Uzel’in “Kağıt Toplayıcıları”, Haluk Çobanoğlu’nun “İstanbul Seni Kaybetmiş”i, Tolga Sezgin’in “Sokak Çocukları”, Coşkun Acar’ın “Travestiler”i, Burcu Göknar’ın “Yaşamak için Dans”ı ve Gökşin Varan’ın “Tarlabaşı”. Görüntüler o kadar beklemediğim ve bilmediğim bir anda karşıma çıktılar ki (Bienal kitapçığında bu sergiden hiç söz edilmiyor!) beni hemen 2.kattaki diğer çalışmalara bakmaktan o gün için vazgeçirdi ve bir tek Nar Photos üyelerinin İstanbul’una uzun uzun baktırdı. Nar Photos üyelerinin İstanbul’u, Fotogen Fotoğraf Sanatı Derneği üyelerinin “İstanbul’a Armağan” başlıklı 20.Yıl sergisindeki İstanbul’dan çok başkaydı. Antrepo 2.kattaki fotoğraflar, İstanbul’a armağan edilen fotoğraflardan çok soruyor, daha içerden bakıyor ve adeta sarsıyor. Neredeyse hepsi İstanbul’un bilmediğimiz ya da bilmezden, görmezden geldiğimiz derinliklerinden geliyor gibi. Bu sergiyle ilgili tek isteğim muhtemelen burada tümünü sergileyemedikleri diğer İstanbul fotoğraflarıyla birlikte ve şimdi olduklarından daha büyük boyutlarda sergilenmeleri (gönül ister ki, bu İstanbul’un bir de kitabı olsun!).

2.sergi : İstanbul Fotoğraf Merkezi’nde 15 Eylül-29 Ekim 2005 tarihleri arasında açılan Türk Fotoğrafında Genç Soluklar-III sergisi. 3.sü de özellikle 2.si gibi heyecanlandıran bir başka bakmanın fotoğrafları. Sık sık neden bu genç fotoğrafçıların ayrı ayrı da sergi aç(a)madıklarını düşünüyorum. Gözleri başka, sözleri başka, çektikleri başka ama biz çoğu birbirinin tekrarı olan sergileri ve bir örnek fotoğrafları ya da gösterileri izlemeyi sürdürüyoruz. Yüreklendirmekten söz ediyorsak, örneğin Genç Soluklar II’de ve III’de  yer alan fotoğrafçıların hepsine sergi imkanı sağlamak, olabiliyorsa sergilenmeleri için bir miktar da olsa sponsorlukların peşinde olmak  bence yeterince motive edici olacaktır. 7-30 Temmuz 2005 tarihleri arasında İstanbul Fotoğraf Merkezi’nde açılan ve dünyanın en büyük pompa üreticisi olan Grundfos tarafından desteklenen, “Gençlerin Gözüyle” adlı proje sergisi hem fotoğraflar, hem de kazandırdığı fotoğrafçılar açısından böylesi bir yüreklendirmenin ilk başarılı örneklerinden biri. (2)

3. ve son sergi ise, Cem Boyner’in 23 Eylül-12 Ekim 2005 tarihleri arasında Darphane’de açılan, “Yakındaki Uzak/Uzaktaki Yakın” başlıklı sergisi. Sergi salonuna girdiğinizde önce fotoğrafların büyüklüğü, ardından da o büyüklüklerden gözlerinizin içine bakan yüzleri görüyorsunuz, hepsi adeta sizi izliyor gibi, derken siz onları izlemeye başlıyorsunuz. İçimden, “işte gerçek bir sergi” diye geçiyor. Sergi, fotoğraflardan, baskıya, sergi düzeninden, aydınlatmadan, müziğe, fotoğrafların asıldığı demir konstrüksiyonlardan, hazırlanan kitaba, sergi görevlilerinden, fotoğraf sipariş edebildiğiniz satış bölümüne hatta fotoğrafların önlerine yerleştirilmiş banklara kadar en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş, çok iyi hesaplanmış bir sergi. Serginin ruhunu en az yansıtan şey ise çoğu insanın elinde ve evinde kalacak olan ufak kitapçık. Kitapçıkta yer alan fotoğraflar bence serginin gerçek (belki de kutsal!) ruhunu yansıtmaktan uzak. Örneğin, kitapçıkta bana göre serginin önemli fotoğraflarından biri olan, “şeker kapma oyunu”nun olmaması büyük eksiklik. Cem Boyner çok titiz ve uzun bir çalışma süresi sonunda,  oldukça büyük bir ekiple (ve galiba biraz da onların sayesinde) birlikte bu sergiyi hazırlamış; ellerine, gözüne sağlık, sonuçta ortaya baştan sona başarılı bir sergi çıkmış. Cem Boyner belli ki kendine ait bir iç sesin peşinden gidiyor ve bence kendine ait fotoğraflarına şimdiden bakıyor ve baktırıyor bile. Cem Boyner’in fotoğraflarında neredeyse tüm “suskunluklar bitmiş, diller çözülmüş, gözler bakmaya, eller dokunmaya başlamıştır sevgilere... yarım kalan/kalmış her duygu bir fotoğrafta kendini bulmakta ve tamamlamaktadır. Yüzler tıpkı kalpler(imiz) gibi bakmaktadır bizlere, fotoğrafçıya ve hayata.” (3)

 

 

Laleper Aytek

2005

 

  1. Bkz.”Yok Etme Zamanları ve Bir Belge Olarak Fotoğraf” , Laleper Aytek, Kendine Ait Bir Fotoğraf, Bileşim yay., 2005.
  2. Proje: Platinum Palladium tekniğini uygulayan fotoğraf sanatçısı Dick Arentz’in Türkiye’de 4 Türk fotoğrafçıya PL&PL tekniklerini öğretmesi ve 5 fotoğrafçının Türkiye’de çekilen fotoğraflarının Rahmi Koç Müzesi’nde sergilen –mesi bu esnada genç yetenekler için yapılan Siyah-Beyaz Türkiye fotoğraf yarışmasını kazanan 5 gence PL&PL tekniğinin öğretildiği workshop ve para ödülü ile 5 genç yarışmacının bu teknikle bastıkları fotoğrafların İFM’de sergilenmesi aşamalarından oluşmaktadır.
  3. “(Önce) Kendini Gören Göz”, sf.112, Laleper Aytek,  Kendine Ait Bir Fotoğraf,  Bileşim yay.,2005.