|

Fotoğrafın Cinsiyeti 1

“Kadın ve Fotoğraf” üzerine düşünmeye başladığım yıllar  1991’de gerçekleştirdiğim  “Rüzgarda Mum” adlı ilk dia gösterisine kadar uzanıyor. Gösteri sonrasında bana sorulan; “fotoğrafta kadın bakış açısından söz edebilir miyiz?” sorusuna daha önce bu konu üzerine düşünmemiş biri olarak; “Hayır olamaz, göz nötr’dür” dediğim günü dün gibi hatırlıyorum. Bu cevabımı sık sık hatırladığım yıllar içinde kadın olmak-taraf(sız) olmak ve kendi(m) olmak üzerine çok düşündüm. Hayatın hiçbir  alanında tarafsız değilken, örneğin ben, bir kadın olarak çektiğim fotoğraflardaki bakışımda, ifadelerimde nötr olabilir miydim? Fotoğraflarımda bir kadın olarak yaşadıklarım, arkadaşlarım, ailem, okuduğum kitaplar, gördüğüm filmler, gittiğim yerler, tanıştığım, tartıştığım insanların etkisi gözardı edilebilir miydi?.

Bundan 2-3 yıl önce 8 Mart Dünya Kadınlar Günü nedeniyle düzenlenen “Kadın ve Fotoğraf” konulu panele dinleyici olarak katılmıştım. Akademisyen ve/ya fotoğrafçı olan kadın konuşmacıların (günün anlamına uygun olarak) düşüncelerini fotoğrafla kadın olmak arasında kuracakları ilişki çerçevesinde(n) açıklayacaklarını düşünerek gittiğim panelde katılımcılar kadın olmalarıyla ilişkilendirmeden fotoğraf(çılık) geçmişlerinden ve fotoğrafın genel sorunlarında sözettiler. Panelin sorular bölümünde bana yıllar önce sorulan soruyu şöyle sordum: “fotoğrafta kadın bakışı olarak adlandırabileceğimiz ayrı bir estetik ifadeden söz edebilir miyiz? ya da kadın olmamız fotoğrafçılığımızı ve dolayısıyle fotoğraflarımızı belirler, etkiler mi?. Eğer böyle bir etki ve belirleme söz konusuysa bunu nasıl ifade edeceğiz?. 

Konuşmacılar Türkiye gibi fotoğraf eğitiminin tarihinin olmadığı bir ülkede (üniversitelerimizdeki fotoğraf bölümlerinin çok yeni olduğu gözönünde bulundurulursa) bence oldukça önemli bir görevi yüklenmişlerdi. Ve bana, birer eğitimci oldukları halde oldukça kesin bir dille, sadece “fotoğraf evrensel bir dildir, kadını erkeği olmaz, önemli olan yapılan işin kendisidir ve cinsiyeti olamaz” diye özetleyebileceğim ortak bir cevapla karşı çıktılar. Yaklaşımları üzerine düşünmeye gerek olmayan bir soru sorulduğuydu ve hemen konu dışı sayılmak istenmişti. Hatta panelin yöneticisi “Sayın Aytek bu konuyu yeterince! tükettiğimizi sanıyorum, isterseniz başka sorulara geçelim” diyerek konuya açıklık getirmişti. Sorumun bir an bile durup düşünülmeden geçiştirildiğini düşünürken bir gün sonra gerçekleştirilen bir başka panelde bu soru üzerine konuşulduğunu gazetede okuyunca çok sevinmiştim. Bir gün önce bana verilen tepki, benim tıpkı 7 yıl önce “göz nötr’dür  diyerek verdiğim cevapla çakışmıyor muydu?

Benzer bir tepki, 1993’de Kadın Eserleri Kütüphanesi bünyesinde  hazırlayıp yayınladığımız “Çağdaş Türk Edebiyatında Kadın Yazarlar” adlı kitapta yer alan 20 kadın yazarımızın birçoğundan da gelmişti. Kendilerine yöneltilen kadın yazar olmaları ile ilgili soruyu, yazar kadınlar olarak anılmayı tercih ettikleri ve kadın yazar denilerek neyin altının çizilmek istendiğine fazla bir anlam veremediklerini belirterek yanıtlamışlardı.

İster yazar olalım ister fotoğrafçı. Acaba yazdıklarımızda yahut çektiklerimizde kadın olmamızın bir payı, bir ifadesi yok mudur? Yaşadıklarımızı kadın olarak yaşarken bunun ifade biçimimize yansımaması mümkün müdür?.

Kadın yazar diyerek yazarlık durumunu ikincilleştiriyor muyduk?

Tomris Uyar’ın söylediği; “Bir kadın ve bir yazar olarak ‘kadın yazar’ ve sorunlarıyla ne denilmek istendiğini tam anlamadığımı belirtmeliyim. Söz konusu yazar kadınlara pembe dizi yazan biri mi sözgelimi yoksa kendini kadın haklarını savunmaya adamış biri mi? Sorunları ucuz edebiyat yapmaktan mı kaynaklanıyor, hak ettiğini sandığı üne kavuşamamaktan mı? Ama bütün bunların edebiyatla ne ilgisi var?………………”(1) türünden bir ikincilleştirme miydi? ya da  Zeynep Oral’ın; “Siz hiç ‘erkek yazar’ deyişini duydunuz mu? Ben duymadım.”(2) sorusundaki bir tür ayrımcılık ifadesi olarak mı dile getiriyorduk kadınlığımızı? Eğer öyleyse Kadın Eserleri Kütüphanesi gibi bir kütüphane kurarak aynı ayrımcılığı resmileştirmiş olmuyor muyduk ?. Peride Celal bu soruyu bakın nasıl olumluyor: “Yazarlığı insan açısından düşündüğümü birçok kez tekrarladım sanıyorum. Meslek dallarında kadın erkek ayrımı yapılması benim kafama uygun değil. Örneğin, neden “Yazarlar Kitaplığı”  değil de “Kadın Yazarlar Kitaplığı” dendiğini aklım almıyor doğrusu” (yazar burada Kadın Eserleri Kütüphanesi’ni kastediyor) (3). Son olarak da İnci Aral’ın  aynı kitapta yer alan düşüncelerinden bir bölüm aktarmak istiyorum; “Bir sanatçının-yazarın uğraş alanını belirten sanat dalının başına cinsiyetinin eklenmesini gereksiz buluyorum. Çünkü kadınların ve erkeklerin duyarlıklarının ve yeteneklerinin farklı olduğunu düşünmüyorum”(4).

Bundan 2-3 yıl önce katıldığımı söylediğim “Kadın ve Fotoğraf” konulu panelde sorduğum soru üzerine konuşmacılardan aldığım yanıt İnci Aral’ın düşüncelerinin aynısıydı: kadınlarla erkeklerin duyarlıklarının ve yeteneklerinin birbirinden farklı olmadığını düşündüklerini söylemişlerdi. Oysa dünya nüfusunun yarısı kadındı ve bu kadınların nedense çok çok az bir yüzdesi sanatçıydı. Peki, kadınların yalnızca sanat alanında değil, kamusal alanda da var ol(a)mayışlarını nasıl açıklayacaktık? Yüzyıllar boyunca ev içindeki işlere kendilerini adeta adayarak, dört duvar arasında temizlik, yemek, çocuk bakıcılığı, çamaşır gibi işlerle hayatlarını geçirmek zorunda kalan kadınların yetenekleri bu alanlarla mı sınırlıydı? Yoksa bu erkekler dünyasının kadına biçtiği rol müydü? Kadınlar bu koşullar altında da bir şeyler yazmışlar, çizmişler, söylemişler, resmetmişlerdi ama bunların hiçbiri görünür değildi. Ne de o eserlerin yaratıcıları olan kadınlar. İşte İstanbul’da ilk olarak 1991’de pek çok kadının gönüllü katkısıyla açılan ve yaşayan  Kadın Eserleri Kütüphanesi kadınların çook uzun yıllardır gölgede kalmış yaşamlarını, eserlerini ortaya çıkarmayı amaçlıyordu. Tıpkı dünyadaki pek çok örneği gibi. (Bkz. Kadınların Belleği/Women’s Memory, Metis yay. Vakıf Yay.4, Ekim 1992).

Fatmagül Berktay, Kadın Olmak ,Yaşamak, Yazmak adlı kitabında bu konu ile ilgili düşüncelerine katılmamak mümkün değil: “Geleneksel olarak sanatın cinsiyetinin olmadığı, koşulların kadın erkek tüm sanatçılar için aynı olduğu savunulur. Üstelik bu tezin en hararetli savunucuları da kadınlardır. Kadın yazarların “ben kadın olarak değil insan olarak yazıyorum dediklerini sık sık duyarız. Oysa şimdiye dek hiçbir yazarın “ben erkek olarak değil, insan olarak yazıyorum” dediğini duymadık. Çünkü varolan toplumda erkek, zaten insanlığın bir temsilcisidir ve bunu ayrıca belirtmeye gerek yoktur”.(5)

Zeynep Oral, Çağdaş Türk Edebiyatında Kadın Yazarlar kitabında kadın yazar olmakla ilgili soruya verdiği cevabın bir yerinde şöyle diyor: “Her yazar yalnızca kendisidir”(6). Kendi(si) olabilmek zorlu ve uzun bir yolculuk. Baktığımız herhangi bir şeyi ayrıntısında gör(e)mediğimiz zaman ( bu bir kişi yahut –o kişinin bir çalışması olabilir) o şeyin içine yani kendine doğru bir yolculuk başlatabilmek çok zor. O şeylerin derinine indikçe aslında kendimizdir karşılaştığımız, yüzleştiğimiz. Bu bir kartopunun dağdan aşağıya çığ gibi büyüyerek yuvarlanması gibi kocaman bir dünya oluşturmanın belleğidir. Bu ben’dir. Ben’deki kendim’dir.Kendim’deki çoğalmadır ve sonu olmayan yolculuklardır.

Ve galiba asıl önemli olan da böyle bir karşı-laşmayı hayatımızın bir noktasında farkettiğimizde bu durumu içselleştirip içselleştiremeyeceğimizdir? Ya da kendimize ne kadar teğet geçip ne kadar geçmeyeceğimiz?

Ben kadınların hayata erkeklerden daha örtünmesiz, daha çıplak  bir ifadeyle bakabildiklerini düşünüyorum (ama bu düşüncemi hiçbir zaman kadınların erkeklere bir üstünlüğü şeklinde bir karşılaştırmayla değil fakat bir ayrı’lık, bir başka’lık noktasından ele alıyorum). Kadınlar için zor olan, “ ‘ben’ diyebilmek, ve kendini dile getirmek. Bu başlı başına zor bir şey. Egemen kültür kadına etkin ve özerk bir özne olma hakkını pek az tanıyor. Bu kültürde kadının simgeleyen, temsil eden olması çok zor. Çünkü kendisi bir simge”(7).

Kendi olma yolculuğunda kadın olmanın payını farkettikten sonra, kadınlığı fotoğrafçılığımızı ya da yazarlığımızı gölgeleyen, ikincilleştiren bir durum olarak değil, tam tersine onu çoğaltan, zenginleştiren bir durum olarak görebiliyor ve görebildikçe de bizi kendi’lerimizden uzaklaştıran bu dünya sistemine karşı çıkıyoruz. İşte tam da bu noktada kadınlara en çok kadınların karşı çıktıklarını düşünüyorum. Tartışmaların bir yerinde “hepimiz insanız niye bir de bu açıdan bakmıyorsuunuz” diye sorulur sık sık. Oysa “biyolojik olmaktan çok kültürel olarak üretilen kadınlık ya da erkeklik  kimliği, kişinin varoluşunu ve bu arada yaratım sürecini  tıpkı şu ya da bu sınıftan olması gibi etkiliyor. Cinsiyetin keskin bıçağıyla bölünmüş bu toplumda kadın ya da erkek olarak yaşamak birbirinden çok farklı deneyimler ve farklılık –biz istesek de istemesek de- fark yaratıyor”.(8)

Peki kadın gözü/bakış açısı, sözü diye bir şeyi nasıl ifadelendirebiliriz? Hangi somut örneklerle bu ayrı bakışı açıklayabiliriz?

Atilla Dorsay’ın Kadın ve Sinema konulu bir panelde sözettiği iki filmi kadın bakış açısını somutlaştıran örnekler olması açısından değerli buluyorum. Bu filmlerden biri Füruzan ile Gülsün Karamustafa’nın birlikte çektikleri Benim Sinemalarım   adlı film diğeri ise Avusturalyalı kadın yönetmen Jane Champion’un Piyano filmiydi. Benim Sinemalarım’da Hülya Avşar’ın para için bir adamla bir plajın kabininde birlikte olduğu bir sahne vardır. Eğer o sahneyi çeken yönetmen erkek olsaydı,  kadının o an tamamiyle bir görev olarak ve derin bir sıkıntıyla yaşadığı cinselliği kadının yüzündeki ifadeye değil ama muhtemelen sevişmenin gel-gitlerine odaklayacağını söyledi Atilla Dorsay.   İkinci film Piyano’da ise derin bir tutku işlenmektedir. Ve A.Dorsay bu sefer de şu soruyu sordu: Film bir erkek filmi olsaydı başroldeki erkek oyuncuların fiziki güzellikleri bu kadar önemsenmeyebilir miydi?

Evet, sizler için böyle bir başka bakıştan sinemada, fotoğrafta ya da yazında sözetmek mümkün mü?

Ve sevgili Fatmagül Berktay’ın söylediği gibi; “cinsiyetin keskin bıçağıyla bölünmüş bu toplumda kadın ya da erkek olarak yaşamak birbirinden çok farklı  deneyimler ve farklılık –biz istesek de istemesek de- fark yaratıyor” mu?

 

Laleper Aytek

1998 

 

(1),(2),(3),(4),(6); Çağdaş Türk Edebiyatında Kadın Yazar lar,  Yayına Hazırlayan: Can Kurultay, Vakıf Yay.7, Kasım 1993.

(5),(7),(8);Fatmagül Berktay; Kadın Olmak, Yaşamak, Yazmak,  Pencere yay.