|

Fotoğrafın Cinsiyeti 2

“Fotoğrafın Cinsiyeti” başlıklı yazımın yayınlanmasının (Geniş Açı, sayı:4, yaz’98) üzerinden  5 yıldan fazla bir zaman geçti. Fotoğraf Vakfı’nın, kendilerinin tanımıyla önce feminist sonra fotoğrafçı olan genç kadınları (Gözde ve Ayşegül) eğer benden World Press Photo’nun bu yılki dosya konusu olan “toplumsal cinsiyet” ve bunun fotoğraftaki karşılığı, yani “fotoğrafın cinsiyeti” başlığı altında toplayabileceğimiz konu ile ilgili bir görüşme/ropörtaj yapmamızı istemeselerdi, geçen yıllar içinde mutlaka düşündüğüm, ama bir daha yazıya dökmediğim düşüncelerimi toparlamaya, yeni, farklı cevaplar aramaya, konuyla ilgili yazılmış yazılara bir daha ve 5 yıl sonra doğal olarak daha farklı bir yaklaşım ve değerlendirmeyle bakmaya ve aynı konuda ikinci bir yazı yazmaya muhtemelen girişmeyecektim. Beni aradıklarında bu konuyla ilgili başka hangi kadın fotoğrafçılarla konuşabileceklerini sordular. Ne yazık ki isim veremedim. Aklıma gelen tek isim, Türkiye’de kadın fotoğrafçılar üzerine ODTÜ bünyesinde bir doktora tezi hazırlamış olan Saadet Koç oldu. Saadet Koç’a ilişkin bu tez (tezi biliyorum ama okumadım) ve Geniş Açı’da okuduğum bir yazısı dışında fazla bir bilgim olmadığı halde (ve galiba Türkiye’de de yaşamıyor), çalışmasının bir ilk olarak önemli olduğunu, (S.K bu çalışması sırasında benimle de görüşmüştü) ve yayınlanması gerektiğini bu vesileyle belirtmek istiyorum.

Geçen yıllar içinde fotoğrafa, hayata ve kadınlık durumuna bakışımda değişiklikler oldu. Kendimde en önemsediğim değişiklik, uzun bir süreden beri, değişimdeki çok yönlülüğü giderek daha esnek ve daha genişleyen (dolayısıyla çoğaltıcı olabilen) bir perspektiften algılamaya, anlamaya, değerlendirmeye ve ifade etmeye başlamış olmam. Tek bir (kör) noktadan bakma tembelliğine ve renksizliğine düşüyor gibi olduğumu hissettiğim anda gözlerimi kapatıp, derin bir nefes alıyor ve tekrar açıyorum  ve renkleri kaldığım yerden tekrar görmeye ve farketmeye çalışıyorum. Siyaha ve beyaza kilitlenmenin insanı (hem de farkına bile varmadan) durduran, donduran yüzünden uzaklaşarak, ara renklere –grilere - bakıyorum ve artık hayatın, fotoğrafın, yaşanacak ve yaşanacaklardan kalacak olanların daha çok orada olduğunu biliyorum. Siyahın ve beyazın yani mutlak doğru ve yanlışların rahatlatıcı bir yanı var, fazla sorgulamadan: “o zaten öyle” yi kabul ettiğimizde bir çözüme ulaşmış ve rahatlamış oluyoruz. Grilerinse şüpheci, soruya, sorguya açık, rahatsız ve tedirgin edici, korkutan bir yanı var. Griler uzun ve her zaman o kadar da kolay olmayan bir muhakeme sürecine gereksinim duyar. Karşılaşmaları, duvarlara çarpmayı, tökezlemeleri beraberinde getirebilir. Çünkü yok saymak, her zaman için varsaymaktan, varetmek için çabalamaktan, sorup, soruşturmaktan çok daha kolaydır.

Daha kapsamsız ama çok da renksiz. Karmaşadan uzak – asla huzurlu değil, çünkü inandırıcı değil- ve çok üstten, oldukça da dışardan...

Ayşegül ve Gözde ile konuşmamız tahmin edilebileceği gibi, “fotoğrafta bir kadın bakış açısının varlığından sözedilip, edilemeyeceği” noktasına gelip, kilitlendi. Baştan söyliyeyim, bu soruya cevabım: “evet, vardır” ya da “hayır, yoktur” şeklinde olmayacak. Ve yazı mutlak bir kabul ya da red yaklaşımına dayandırılmayacak. Bu yazı daha çok, kadın ve/ya erkekte varolduğunu düşündüğüm farklı noktaları, yaklaşım farklılıklarını ortaya koymanın, hep birlikte bir başka düşünmeye ve değerlendirmeye varabilir miyiz’in ikinci bir soruşturması olacak. 

Bundan 5 yıl önce 8 Mart nedeniyle İstanbul’da Fransız Kültür Merkezi’nde düzenlenen “Kadın ve Fotoğraf” konulu panelde hem akademisyen, hem de kadın olan fotoğrafçılarımızın pek çoğunun benim bir sorum üzerine ısrarla ve hiç düşünmeye bile gerek duymadan kolayca söyledikleri gibi, “hayır yoktur; çünkü fotoğraf evrensel bir dildir ve kadını, erkeği olmaz!” cümlesinin içerik olarak “fotoğrafta kadın bakışı olabilir mi?” sorusuna verilebilecek anlamlı bir cevap olmadığını, olamayacağını düşünüyorum. Gerekli, doğru ve ihtiyacımız olan, böyle bir görüşü red ya da kabul etmeden önce, olmasının ya da ol(a)mamasının ikna edici gerekçelerini ortaya koymak. (‘Fotoğrafın evrensel bir dil olduğu’ gerekçesinin sorumuzla uzak yakın bir ilgisi yok ve  eğer varsa kadın bakış açısının varlığı   fotoğrafın evrenselliğini gölgelemez ya da ortadan kaldırmaz.)

Kendine Ait Bir Oda’da Virginia Woolf kadınların yüzyıllardır “görünmezliklerine” edebiyat ve kadın bağlamında bakarak (bunu fotoğraf ve kadın olarak değiştirdiğimizdeyse durum daha da vahimleşiyor, kadınlar daha da silikleşiyorlar!!!) oldukça temel bir soruyu, “kadınların neden yoksul oldukları” sorusunu soruyor. Kadınların yüzyıllarca ev içlerinde, sadece ev işleri yaparak ve çocuk yetiştirerek (önemsiz değil ama sürekli ve bir tek o yapıldığında besleyici olmadığı gibi geri de bırakıcı) hayattan, dünyada olan bitenden soyutlanarak – sadece izleyerek ama katılmadan - yaşadıkları, yaşamak zorunda bırakıldıkları bir dünya düzeni içinde doğal olarak sanat alanında da görünür olmaları oldukça yavaş ve sonradan olmuştur.  “Aydınlanmalar- 1850’den Günümüze (Fotoğrafçı) Kadınların Fotoğraf üzerine Yazıları” - Illuminations- Women Writing on Photography from the 1850’s to the Present - kitabının giriş bölümünde, kadınların 70’lere kadar fotoğraf yazınında azınlıkta olduklarını okuyorum. Bu beni hiç şaşırtmıyor ve Türkiye’ye dönerek; bugün, Türkiye’de kaç kadın fotoğrafçı olduğunu soruyorum. Bu soruların hiçbirinin cevabının birbirinden farklı olmadığının da farkındayım. Kadınların sanatta ve (nedense sanat olup olmadığı hâlâ tartışılabilen) fotoğrafta da bu kadar “görünmez”, bu kadar “isimsiz”, bu kadar “yoksul” ya da bu kadar “geç kalmış” olmalarında; tarihsel süreçte, bu kadar “içerde bırakılmış”, bu kadar sanatla yanyana görülmemiş ve “bağdaştırılmamış”, bu kadar “herşeyden uzak tutulmuş”, bu kadar ve bir tek “çocuklarının annesi, evin düzenleyicisi, temizleyicisi, yemek pişiricisi, bulaşık ve çamaşır yıkayıcısı” olarak görülmüş olmasının büyük rolü olmuştur ve hâlâ da olmaktadır.

Virgina Woolf bu durumu yine Kendine Ait Bir Oda’da kısaca şu cümlelerle anlatıyor: “Düşsel planda kadın son derece önemlidir; gerçek yaşamda ise tümüyle önemsiz. Şiiri bir baştan öbür başa kaplar; tarihte hiç görülmez. Kurmaca yazında kralların ve fatihlerin yaşamlarına hükmeder; gerçek yaşamda ailesinin parmağına bir yüzük geçirdiği herhangi bir oğlanın kölesidir.” 

Virginia Woolf, bu genel kadınlık durumundan özel bir alana, kadınların neredeyse 18.yüzyıl sonlarına kadar hiçbir varlık göstermedikleri sanat alanına, oradaki varlıklarına baktığındaysa şunları görüyor: “Sanatçının ruhunun ve kafasının içindeki yapıtı eksiksiz ve olduğu gibi ortaya çıkaracak o mucizeye yaklaşan büyük çabayı ortaya serebilmesi için, Shakespeare’in aklı ve ruhu gibi berrak, uyum içinde olması gereklidir. İçinde tek bir engel, bir tek öğütülmemiş yabancı madde olmamalıdır.” Ve devam ediyor: “Zihinsel özgürlük maddi şeylere dayanır. Şiir (buna fotoğrafı da ekleyebiliriz – L.A) zihinsel özgürlüğe bağlıdır ve kadınlar yalnızca 2 yüzyıldır değil, en başından beri yoksul olmuşlardır. Kadınların Atinalı kölelerin oğullarından bile daha az zihinsel özgürlükleri olmuştur. 19.yüzyılda bile  bir kadının sanatçı olmaya yüreklendirilmediği sonucuna vardım. Tam tersine küçük görülüyor, tokatlanıyor, paylanıyor ve kendisine öğüt veriliyordu. Karşı çıkmak ve aksini kanıtlamak zorunluğu sonucunda kadının kafası yorgun düşmüş, canlılığı azalmış olmalıydı.” 

Kadınlar hayata hep daha içerden baktılar, yaşadılar, ama (çok) sonradan katıldılar. Katılmaları istenmedi ve büyük ölçüde engellendi. Kadının yeri özel alan yani ev içiydi ve ondan beklenen, istenen bu küçük (önemsiz değil ama bir değeri olmayan) , dar(altıcı) iç dünyanın rutin işlerinin yapılmasıydı sadece. Bu bir anlamda kapatma, daraltma süreci kadını giderek silik, görünmez ve kimliksiz yaptı. Kadınların ev içlerinde biriktirmek zorunda kaldıkları şeyler hayatı, dış dünyayı karşılamıyor, kucaklamıyordu. Kısaca, hayata maruz kal(a)mıyordu kadınlar. Hayatın ancak bir bölümünde ve daha çok yalnızdılar. Akılları ve ruhları adeta kapatılmış, dört duvar arasına hapsedilmiş, hayattan uzaklaştırılmışlardı. Dışarıda olan, aktif olan erkekti, yaratıcı olan ve yapan oydu. Ve galiba daha çok dışarıda oldukları için bir iç(e) bakış, bir iç-seyri daha zor yaşıyor ve kendiyle bir karşılaşmayı belki o kadar da fazla önemsemiyordu. Genele bakmaktan, özel olanı, içerde olanı ve ayrıntıları daha az görüyor olabilirlerdi. Dünyayı önce ve sadece evinde kurarak yaşayan, yaşamak zorunda bırakılan kadınların bazılarınınsa, böylesi bir dezavantajı, kendiyle karşılaşabilmek, bir iç seyire yönelmek ve onları daha sonra ortaya dökmek anlamında, bir avantaja dönüştürebileceklerini, birçok şey biriktirmiş olabileceklerini düşünebiliriz. Tüm bu iç birikim ve iç seyrin 18.yüzyıldan sonra öncelikle çeviri, şiir ya da yazın alanında ortaya çıkması normaldi çünkü bu alanlarda kadınlar tek başlarına ve evde çalışabiliyorlardı.

Ama fotoğraf öyle değildi; fotoğraf, mutlaka ya da daha çok evin dışında olmayı, dışarda çalışmayı, insanlarla, hayatla, tüm olan bitenle karşılaşmayı ve hayata bire bir maruz kalmayı gerektiren, zorlayan bir alan ve bir araçtı(r). Ve fotoğraf kadını yüzyıllardır seyredilen olandan, seyreden olana taşıyan güçlü bir ifade biçimidir. Kadınların fotoğrafta bu kadar sonradan var ve  görünür olmalarının, sayılarının azlığının doğru anlaşılabilmesi ve yorumlanabilmesi için  önce böylesi bir tarihsel sürecin ve fiziki koşulların gözden geçirilmesi, incelenmesi gerekir.

İlk kadın fotoğrafçılardan biri kabul edilen Juliet Margaret Cameron’un ilk fotoğrafını 1864’de (küçük kızının annesinin canı sıkılmasın diye aldığı bir fotoğraf makinasıyla), fotoğrafın bulunuşundan 25 yıl gibi kısa sayılacak bir süre sonra çektiğini biliyoruz. Bu cesaretli girişimde Cameron’un eşinin engel olmaması kadar,  ailesinin ekonomik bakımdan oldukça rahat ve güçlü olması da bence önemli bir rol oynamıştır. Çekimlerini dışarda değil ama evinin içinde, önceden tavuk kümesi olarak kullanılan ve sonradan stüdyoya dönüştürülen “camdan oda”da  gerçekleştiren Cameron, gözüne güzel görünen bir anı, doğru netlik yapmaya  ve objektifi yeterince sıkıştırmaya gerek duymadan cesaretle tespit etmiş ve bu yüzden (ve bence bir de kadın olduğu için) tekniği bilmemekle suçlanarak fazla ciddiye alınmamış. Özellikle o yıllarda elinde fotoğraf makinesiyle bir kadının dışarlarda dolaşması, izlemesi, bakması, seyretmesi ve fotoğraf çekmesi herhalde hiç de kolay değildi (bugün bile çekimler sırasında yaşadıklarımız ortadayken!!!). Sanıyorum tek başına bu bile gecikmenin, bu görünmezliğin haklı açıklamalarından biri olarak kabul edilebilir.

Aradan bir yüzyıldan fazla  bir zaman geçti ve fotoğrafçı kadınlar iç-seyirlerini dış-seyirlerle zenginleştirmeye, çoğaltmaya ve bakılan olmaktan, izleyen, seyreden, çeken, gösteren, yaratan ve yapan olmaya doğru yol almaya başladılar.

Ve kadınlar yaptıkça cesaretleniyorlar, cesaretlendikçe yapıyorlar ve bu kendini çoğaltan döngüde artık onların daha “kendilerine ait odaları” olmaya başlıyor.

Bugün kim bu zamanın “kendine ait fotoğrafı” olan kadın fotoğrafçıları daha da çoğaltmayacağını söyleyebilir?

 

 

Laleper Aytek

2003