|

Geriye Ne Kaldı?

Son kare: Diyarbakır’da bir hastane odasında ölmeye yatan (-yatırılan- daha doğru), bu haliyle kendine hiç benzemeyen, bakmayan, görmeyen, belki artık görmek de istemeyen, yüzünden gülümsemenin ve mutluluğun çoktan uzaklaştığı, yaşamasının tümüyle gölgelendiği, yaşasa bunca onursuzlukla ve haksız aşağılanmayla nasıl başedeceğini bile bilemeyebilecek, dünyanın üzerine taşlarını fırlattığı ve bu hayatı ancak otuz beş yıl yaşamış genç bir kadının son fotoğrafı geriye kalan… ve o fotoğraftan sonra yazdıklarım sanki belleğin kısa, tutuk kayıtları, izlemenin tortuları ve sözün rüzgârla denize ulaşan dalgaları ve iç seslerim, bağırmalarım.

Bazen ağırdır görüntüler, hatırlanmak hatta bir daha bakmak istenmeyecek kadar, sevgisiz ve yalnızdır ve resimaltına gereksinim duyar, yani söze -ki ben yazmışımdır ve inanırım: Bir fotoğrafın en çok bir metne ya da herhangi bir sözlü açıklamaya gerek duymayanını fotoğrafa dair bulurum. Söz ve/ya yazı görüntüye dair açıklama yaparken rol çalmaya, öne geçmeye çalışır, görüntüye eşlik ettiği ve izleyiciyi rahatlattığı, işini kolaylaştırdığı düşünülebilirse de aslında fotoğrafsız bırakır bizleri. Ama bazı öyle son fotoğraflar var(dır) ki, bazı şeyleri, inanılmaz ama gerçek(ten) olmuş şeyleri unutturmamak için çok önemli bir belge olarak gösterilmeli, insanlara hatırlatılmalı ve sözü görüntüden çok olmalıdır. İşte bu yazının konusu da böyle bir ‘gölge’ fotoğraf.

Yaşamının en güzel yıllarında ve daha henüz otuz beş yaşındayken, Mardin’de yaşadığı (daha doğrusu yaşayamadığı) ve birileri tarafından, töreler tarafından ‘yasak’ olarak tanımlanan, uygun bulunmayan bir ilişki yüzünden, sevgisi, aşkı yüzünden katli vacip bulunarak taşlanıp hayattan koparılan ve acılarıyla birlikte yedi ay yaşama mücadelesini belki de bilinci hiç açık olmadan veren Şemse Allak’ın son fotoğrafı da böyle bir belge bence… Şemse Allak’tan geriye kalan bu son kare aslında bir utancın fotoğrafı… Bu fotoğraf benim için; bir sevginin, bir insanın hayatının, başkalarına (ailesi, diğer erkekler?) uygun gelmediği, yanlış bulunduğu için, taşlanarak sona erdirildiğini izleyen, duyan benim için, bu coğrafyada böyle şeylerin hâlâ, 2003 yılında ve Avrupa Birliği’ne girmeyi her nasılsa kendimize en hak gördüğümüz bir zamanda (sadece insan olmanın bu coğrafyada hiçbir şeye yetmediği, bir ayrıcalık olamadığı ve içi tamamen boş bir ‘bizim onlardan neyimiz eksik?’ sorusunu ‘yine de’ sorabildiğimiz için) yaşanabiliyor olmasından duyduğum utancın fotoğrafı. Mardin Belediye Başkanı için ise; olayın Mardin’de yaşanması nedeniyle ve konuşmalarda sürekli Mardin’den söz edildiği için Mardin’e atfedileceğini düşündüğü yanlış imajdan duyulan utanç ve öfkenin fotoğrafı…

(Bu ifadeler ve yaklaşımlar bana nedense bazı yöre erkekleri tarafından açıkça dile getirilen, bazılarınca da dile getirilmeyen ama aslında içlerinden çok da inandıkları “hakedilmiş ölümler vardır”ı hatırlatıyor…) Belediye Başkanı koltuğuna oturulduğunda, demek ki hayata önce kentinden doğru bakılabiliyor ve önce kentim denilebiliyor, böyle bir cinayetin arkasından bile… Sanki bir kenti yapanlar insanları değilmiş gibi… Ya da kadınlar sayılmasa da olur(muş) gibi…

Kadınlar dayak yerler, tecavüze uğrarlar ve öldürülürler çünkü hak ederler, nasılsa hak ettikleri düşünülür ama önce duygularıyla ve yürekleriyle karşı çıkarlar ‘öyle’ yaşatılmak istenenlere, dayatılanlara, duygularını yok etmek isteyenlere ve kendileri gibi ve kendilerini yaşamalarına engel olmak isteyenlere… Yüreklerinin götürdüğü yere gitmelerine ‘dur’ diyenlere… (Çünkü kadınlar duygularından daha çok korkmazlar.)

Böyle yapınca da yok edilmeleri yahut dayakla akıllarının başlarına getirilmesi görevi erkeklerindir, en çok onlar bilirler eğrisini doğrusunu, sorumluluk sahibidirler başkalarının hayatına dair özellikle de kadınların(ın) ve yerine getirirler görevlerini; durup bir saniye bile düşünmeden, bir başkasının hayatına hükmetme ya da sahip olma hakkını bir dakika bile tereddüt etmeden kendilerinde görerek (kadınlarının hayatları da onlarındır nasıl olsa) ya sona erdirirler ya da adamakıllı yarım bırakırlar ve bunun utancını bir an bile taşımadan yaşamaya devam ederler…

Ailesi içinse, Şemse yaşattığı bu utanç yüzünden ne yaşarken ne de öldüğünde sahip çıkılmayacak, mezar taşı siyaha boyanacak, lanetlenmiş bir evlattı. (Şemse’nin annesinin, eğer hayattaysa, en içinden, korkusundan yüksek sesle dile getiremese de evladını böyle gözünün önünde eli kolu bağlı kalarak kaybettiği için kendine, dünyaya ve etrafındaki törelere, o törelere sıkı sıkıya yapışan erkeklere nasıl baktığını merak ediyorum!)

Ki hiçbir sevgi utanılacak değildir…

ve Şemse’den geriye bizlere böyle büyük ve kimsesiz bir hikâye kaldı:

 

ayna, sen ve söz

ayna kırıldı,

sırrı döküldü

bizler bir daha yalnız kaldık

bu ölümden sonra

sen

ne çok gittin

isimsiz bırakarak yüzlerimizi

bilmediğimiz bir başka zamana

söz uçarak,

göz susarak,

sırra kadem boşluklarda

darmadağın bir yüreğin izi olurken

ayna,

sen ve

söz

bir daha bakamayacaksınız

ne sevgilinin gözlerine, ne bir başka fotoğrafa…

Beni çok etkileyen bu olayı duymadan ve Şemse’nin hastahanede yatarken çekilmiş son fotoğrafını gazetelerde görmeden önce, bu yazıda mayıs ayında İzmir’de Ege Üniversitesi tarafından bu yıl üçüncüsü düzenlenen ve benim de konuşmacı olarak katıldığım, üniversiteli gençlerin tüm iyi niyetli çabalarına karşın hem katılımın çok az olduğu hem de geride (sevgili Mehmet Bayhan’la yıllar sonra yeniden karşılaşmak dışında) bir iz bırakmayan Fotoğraf Günleri’nden ve haziran ayında İstanbul’da izlediğim iki siyah beyaz sergiden söz etmeyi düşünüyordum. Fotoğraf sergilerinin birbiri ardına hem de büyük galerilerde açılıyor olmasından duyduğum keyiften, sergilerle birlikte yayımlanan fotoğraf kitaplarından (Yapı Kredi’ye teşekkürler), bir kitap kadar kapsamlı ve kaliteli sergi kataloglarından (Akbank Kültür Sanat Merkezi’ne teşekkürler), bir başka fotoğrafçının gözüyle baktığım ve farklı sorular sorduğum dünyalarda kalmanın ne kadar iyi geldiğinden… Ömer Orhun’un 15 Mayıs-21 Haziran 2003 tarihleri arasında Akbank Kültür Sanat Merkezi’nde sergilenen ‘İçerisi’ başlıklı siyah beyaz sergisi, kataloğun girişinde söylediği gibi “dışarısı ile içerisi arasında … istenmeyen bir gizlilik duvarı” olsa da içerden bakmaya başladıktan sonra yani bu duvarı giderek eriterek, yani kendinden bakma ve başlama cesaretini göstererek, ‘kendine’ ait, kendinden bakan, soran fotoğraflar çekmek… Bir anahtar deliğinden ya da küçücük bir aralıktan büyük dünyalara uzanmak… Ömer Orhun’un Beyoğlu fotoğraflarında -kataloğa bir giriş yazısı yazmış olan Levent Çalıkoğlu’nun sözlerini biraz değiştirerek (izniyle)- “fotoğrafların gösterdiğinin Ömer’in içselleştirdiğinin bir parçası olduğunu hissetmek” ya da Ömer Orhun’un fotoğraflarıyla bunu hissettirebilmesi beni de çok heyecanlandırdı.

Ahmet Sel’in Haziran ayında Yapı Kredi Sermet Çifter Salonu’nda açılan ‘Moskova İnsanları’ysa yüzümüze hatta gözlerimizin içine dik dik bakıyorlardı. Fotoğrafçının, fotoğrafların kenarına, görüntülediği insanlarla ilgili yazdığı kısa bilgilerin fotoğrafları gölgelediğini düşündüğümü söylememe bilmem gerek var mı? Bilmek ya da bir bilgi her zaman hele bir fotoğraf sergisinde hiç gerekli değil bence; kitapta belki, tarihe not düşmek anlamında…

Ama beni daha çok bakan ve onların kimlikleriyle ilgili bilgiyle beni şekillendirmeden sorular soran bakışlar, duruşlar ya da duramayışlar ilgilendiriyor.

“Her dize kendi başına yürümeyi bilmeli”yse İlhan Berk’in söylediği gibi, her fotoğraf da tüm açıklamasız, önündeki ve arkasındaki diğer görüntülerden ayrı, belki bir başka fotoğrafın çağrışımına ortak, ama ‘öteki’ gözlere ve sözlere muhtaç ve kendi sözünü tutmuş bir görüntüde bırakarak seyirciyi bir de rahatsız ederek, duygulara (mutlaka) dokunarak ama sömürmeden, sorular sordurarak ama yeni, olabilmelidir. Çünkü ancak tedirginliktir merak uyandıran. Yeni, başka bir sayıklama belki de.

Ve belki de bir tek o an kalır geriye; içinde bir o görüntü yer eder, zamansız da olsa.

Tıpkı Şemse Allak’ın ölümü gibi…

 

Laleper Aytek

 

ÖNEMLİ NOT: Bu yazıyı yazdıktan bir gün sonra 24 Haziran’da Milliyet gazetesinde Can Dündar’ın ‘Üç Kadın Var’ başlıklı bir yazısı yayımlandı. Dündar’ın deyimiyle “Avrupa’nın tekzibi” gibi duran bu kadınlardan, bu hayatlardan kimbilir ne çok var bilmediğimiz, duymadığımız ve onlar kendi gençliklerini yahut kadınlıklarını böyle yaşayamazlarken, yaşamaları engellenirken, ne kadar haklılar “uyum yasalarınız yalan” diye bağırmakta!!!