|

Hazır İfadelerimizden Neden Soyunamıyoruz?

Hayatlarımızı değiştirebilecek bir sese, bir söze ve bir fotoğrafa o kadar ihtiyacımız varken, yaşanmakta olan körleşmenin boyutları insanı ürkütüyor.

Farklı bakmaya, farklı görmeye ve farklı algılamaya o kadar kapalıyız ki; bildik (ve boş) bir çerçevenin yüzlerce kere çarptığımız duvarlarına tutunmaya çalıştıkça yıpranıyor yüzlerimiz, sözlerimiz ve görüntülerimiz.

“Biz/ben gibi” bakmayanları, görmeyenleri, söylemeyenleri ve çekmeyenleri hemen düşman kuvvetler olarak ilan edip (boş) çerçevenin dışına iteleyiveriyoruz.

Yıldırım Türker’in “Sezen’in Yüzü” yazısında (25/03/2002, Radikal) söylediği gibi en çok “hazır ifadeler(imiz)den soyunamıyoruz”.

Kendini “yaşlı ama yüreği hâlâ genç bir şanslı adam” olarak gören İsveçli fotoğrafçı Anders Petersen Kasım 2001’de İFSAK Fotoğraf Günleri kapsamında gerçekleştirdiği bir haftalık atölye çalışması boyunca katılan tüm fotoğrafçıların ruhlarına dokunmayı başardı. Anders Petersen’in farkı, kalbini her birimize açmışlığında, gözlerimizin içine tüm samimiyetiyle bakıyor olmasında, yakınlığında, çırılçıplak yüzünde, fotoğrafa dair sözlerinde, kısaca bütün “hazır ifadelerinden soyunmuşluğundaydı”.

Anders Petersen 57 yaşında bir fotoğrafçı. Hiç tanımadığı, bilmediği bir kültürün insanlarıyla duygularını, fotoğrafa ve yaşamaya dair hissettiklerini bir hafta gibi kısa bir zaman aralığında ve “ne kadar az yol almışım meğer” ifadesiyle biriktirdiği kocaman dünyasından alışık olmadığımız bir samimiyet ve ‘kendi’lik hali içinde bizlerle paylaştı. Belki (artık) cesareti vardı, çekinmiyor, korkularını saklamıyor, öğrenmek istiyor ve hep soruyordu. Korkmaktan korkmamayı öğrenmeye bir ömrün yetemeyebileceğini biliyor ama yine de üzerine gidiyordu, öncelikle kendinin ve kendinde olanın. Bizlerle bir hafta boyunca inanılmaz bir enerjiyle paylaştığı şey, hayatın (ve tabii fotoğrafın) kendisiydi. Türkiye’de neredeyse hiç tanığı olmadığım(ız) şeydi bu. Yıllardır “olmayan” şeylerin anlatıldığı ve fotoğrafın bire bir, dört köşe standart tanımlamaların içine sıkıştırılmaya çalışıldığı küçük dünyaları görmeye o kadar alışmış, daha doğrusu alıştırılmıştık ki!  Belki yaşananlar, düşünülenler o kadardı, azdı ve bu sıkışmışlık hali kendini en güzel, en açık ve en çok çekilmiş fotoğraflarla ortaya koyuyordu. Çoğunlukla kolayı seçiyor ve başkalarının gözünden görüneni yakalayıp, film düzlemine (şimdilerde de CCD’ye) aktarmaya çalışıyorduk. Bir yerde en az bir kere alkışlanmış olanı(!!!) “güzel” fotoğraf olarak tanımlayıp, bize yönelen alkışlara kucak açmak ve sanki mümkünmüş gibi bir sergi, bir dia gösterisi ya da bir dergide yayınlanan bir(kaç) fotoğrafla, fotoğrafçı hatta daha fiyakalı (ama hiç sevmediğim, katılmadığım ve yanlış bulduğum) bir tabirle “fotoğraf sanatçısı” olmak istiyorduk. Hem de bu kadar bakmasız, görmesiz, çoğu sevgisiz ve en önemlisi de bize ait olmayan fotoğrafla...

 

Anders Petersen’in “fotoğrafa öznel bir bakış” konulu bu atölye çalışmasına en çok Norveç’te 5 yıl yaşamış biri olarak kuzey diyarlarından, İsveç’ten bir fotoğrafçının göstereceklerini ve söyleyeceklerini merak ettiğim için katıldım.

Atölye boyunca hep şöyle düşündüm: Bu aslında bir hayat bilgisi dersiydi. Malzeme olarak da kalem kağıt, silgi değil ama fotoğrafı, fotoğraf makinesini, gözlerimizi, sözlerimizi ve kontak baskılarımızı kullanıyorduk. Merih Akoğul Geniş Açı’nın Mart-Mayıs 2002 ve 22 sayılı dergisindeki; “Şark Ekspresi’nde Cinayet” başlıklı yazısında bu atölye çalışmasına da değiniyor ve doğru bir saptamayla: “özellikle genç fotoğrafçılarımızın bir bölümü, İFSAK Fotoğraf Günleri’nde bir atölye çalışması için ülkemize gelen İsveçli fotoğrafçı Anders Petersen’i (sessiz bir anlaşma ile) yılın fotoğrafçısı ilan etti. Acaba, Petersen’de genç fotoğrafçılarımızı bu kadar etkileyen şey neydi? Bir batılıya duyulan hayranlık mı, Petersen’nin genç fotoğrafçıların ruhunu okşaması mı, yoksa bu gençlerin, hocalarının, ustalarının ve fotoğrafçı ağabeylerinin   bugüne kadar onlardan sakladıkları şey  mi?” diye soruyor.

Anders Petersen anlattıklarıyla bence bir “haberciydi”. Keşke onu da Sezen Aksu’nun Diyarbakır konseri kadar çok insan – fotoğrafçı olmaları hiç de gerekmeyen - izleyebilseydi. Bugüne kadar fotoğrafı dar tanımlara sıkıştırmayan, fotoğraf serüvenini ve kendini fotoğraf dünyasıyla, ilgili gençlerle paylaşan “fotoğraf şudur ve böyle çekilir, çekilmezse fotoğraf da olmaz, fotoğrafçı da olunamaz” demeyen bir “Türkiyeli” fotoğraf sanatçısı, bir “usta” görmüş müydük, duymuş muyduk?

Anders Petersen en çok ve ne olursa olsun hayatta kalmayı önemsiyor ve öneriyordu. Hayata bağlanmayı, sevmeyi ve “kendi iç sesini dış seslere feda etmeyen” insanlar olmayı. Bir de fotoğrafı, fotoğrafla anlatılanları.

İnişleri, çıkışları, saklamadığı, içine sığmayan duyguları ve en yalın insan haliyle karşımızda bitmeyen bir enerjiyle duruşu, doğrudur; değiştirdi.

Tıpkı Sezen Aksu gibi, onun şarkıları gibi.

Bunu bir batılı hayranlığı olarak yorumlamayı ya da hocalarının, ustalarının ve fotoğrafçı ağabeylerinin bugüne kadar onlardan sakladıkları şeylere bağlamayı okuyucuların ve fotoğrafçıların değerlendirmesine bırakıyorum.

Türkiye’de fotoğrafın ve fotoğrafçıların açık ufuklu, bilgi ve deneyimini bir tek kendi bildiğiyle sınırlamayan, en önemlisi de yaşamaya dünyadan bakabilen ve ancak böyle çoğalınabileceğine inanan insanlara o kadar çok ihtiyacı varken, nedense hep bir kapının arkasında durarak; yeni, farklı ve bilinmedik kapıları açmaya, dışarı bir adım atmaya ve dünyaya bakmaya cesaret edemiyoruz. Belki çekindiğimizden, kimi korkularımızdan ve belki de nasıl olacağını bilemediğimizden, ama sonuçta  kendimizi hep içimize hapsediyoruz.

Bilmediğimiz, katılmadığımız hatta tanımadığımız dünyaları, görüşleri ve insanları reddederek üç beş kişilik dar(alan) dünyalarda kısa paslaşmalarla fotoğraf ürettiğimize ve fotoğrafçı olduğumuza kendimizi sonuna kadar nasıl böyle inandırabildiğimize herhalde hep şaşıracağım. Taşların yerinden oynamasına bu kadar izin vermemekliğimiz, kalplerimizi taşlaştırıyor, gönüllerimizi renksizleştiriyor.

Sıkıştıkça sevmiyoruz.

Sevmedikçe duygularımız ölüyor, düşmanlıklarımız çoğalıyor.

Ve böyle yaparak hızla kendi(leri)mizden uzaklaşıyor, fotoğrafsızlaşıyoruz.

Hayatta kalmaya dair derin bir beceriksizlik hali ruhumuzu teslim alıyor, hayata bir gülümseme bile gönderemeden, kızarak ve suçlayarak geçiriyoruz zamanımızın çoğunu. Bu fotoğraflarımıza olduğu gibi yansıyor, sözlerimize vuruyor, şarkılarımıza siniyor.

Sözlerimiz ve değerlendirmelerimiz kendimizin ne olduğundan ya da olamadığından çok, diğerlerinin ne(ler) olmadığını ortaya koymaya yönelik tahrip gücü yüksek birer bomba gibi.

En vurucu, en doğru sözlerimizi sarfettiğimizi düşünüyoruz ama geriye  pek bir şey kalmıyor; ne bir söz, ne bir fotoğraf.

Ve Geniş Açı dergisinin 5.yıl özel sayısında (no:22) Gültekin Çizgen’in derginin 5 yılını şu sözlerle değerlendirdiğine tanık oluyoruz: “....Geniş Açı her ne kadar dış fotoğraf dünyasının olaylarını, kadrolarını, profillerini bize taşıyorsa da, burada bir köprü işlevini yaptığını düşünmek kolay değil. Geniş Açı’nın duruşu, genelde bana daha çok yurtdışında yayınlanan bir derginin Türkçe çevirisiymiş havası veriyor. Meraklı birisi çıkıp ta baştan beri tüm dergilerin içindeki yerlilik ve dışa yaklaşım oranını ölçülebilir bir bilgi haline getirse bu hemen ortaya çıkar. Gelecekte Geniş Açı’nın daha ‘Türkiyeli’ bir dergi olması, genel akış içerisinde fotoğraf kuşakları arasındaki sıkıntıları aşması – kuşaklar arasındaki anlayış, yaklaşım, ifade ve değerlendirme farkı bir sıkıntı olarak değil de bir renk olarak düşünülebilmeli! - varolan “üst bakış” ve “sosyal ilişki eksiğini” gidermesi dileğimdir. Bir de şu ‘budütör’ imzasının berraklaşması sanırım daha doğru olacaktır. Kimin ne dediğinin açıkça bilinmesi, fotoğraf kültürümüzün özlenen bir noktasıdır.”

Bunca yıldır bizim olmayan görüntülere bu kadar maruz kalmışken, karşılaştıklarımız içimize dokunmadan, uzak görüntülere tanıklık ediyorken;

inanmış gibi yapanların fotoğraflarını izleyip,

yazılarını okuyup,

şarkılarını dinlerken,

onlar gözlerini  bizden kaçırıp,

bak(a)madıkları dünyaları suçlar, yargılar ve mahkum ederlerken; çok merak ediyorum: “Türkiyeli” olmanın gerçek anlamını?

mahkum etmediğimiz kimsenin kalıp kalmadığını?

ve sehpaya çıkmaya cesaretimizin olup olmadığını,

bir de sonunda bir gün tek bir kare bile olsa kendi fotoğrafımızı çekmeye?

Sevgili Melih itiraf ediyorum, ben cinayeti gördüm.

Ya sen?

 

Laleper Aytek

2002