|

Kendim, Dünya, İçerisi, Dışarısı ve Fotoğrafın Ken

Sabahın oldukça erken bir saatinde, İstanbul’a varmaya çok az kalmışken, az önce doğan güneşe bakıyorum, Eski Hisar-Topçular arasında arabalı vapurun güvertesinden, martıların uçuşlarını izliyor ve kahkahayı andıran seslerini dinliyorum. Birileri simit ya da poğaça atıyor olmalı ki bu kadar kalabalıklar ve bu kadar alçaktan uçuyorlar. Samih Rifat’ın “Akla Kara Arası” kitabına dönüyorum. Çok keyifle başlamayan bir yolculuğun ilk yüz görümlüğü gibi S.R’ın fotoğraf üzerine yazılarını keyiflenerek okuyorum, iyi geliyor (ve tüm fotoğrafseverlere şiddetle tavsiye ediyorum). Bir yandan 6 Aralık’ta, yani bayramın ikinci günü Bodrum’da Hadi Gari’de açılacak tekrar sergimi, “gölgelerde(n) ve sonradan’ı, bir yandan da İstanbul’da kalmayı planladığım on beş gün içinde bu yıl 18. yapılmakta olan İstanbul Fotoğraf Günleri kapsamında izleyeceğim sergileri düşünüyorum.

İsveçli fotoğrafçı Magnus Naideman’nın “Sirk” fotoğraflarını, Wilco Van Harpen’in “Öteki Kadınlar”ını, Antoine d’Agata’nın “Ulysses’in Gözleri”ni, Nordens Fotoskola öğrencilerinin bitirme projesi olarak seçtikleri İstanbul’u nasıl gördüklerini ve fotoğrafladıklarını merak ediyorum. İFSAK tarafından düzenlenen Fotoğraf Günleri’ni ilk yıllarından bu yana izlemedim ama izlediğim son 7-8 yıldır böylesi bir organizasyonun arkasında oldukça özverili ve fazla desteklenmeyen nice çaba, pek çok insan olduğunu da biliyor ve gözardı etmiyorum. Ama bu bilgi, ülkemizde fotoğrafa ayrılan neredeyse yegâne ve bu kadar geniş zamanın, bu yıl da içerik olarak daha çok gören, gösteren ve bakmakla görmeyi sorgulatan, tedirgin eden ve sorular sorduran görüntülere ve düşüncelere vesile olamayabileceğini düşünmeme engel olamıyor (sergileri gezdikten sonra - on sergi - bu kuşkularımın azaldığını söyleyebilirim. Emeği geçen herkesin ellerine sağlık).

Magnus Naideman’nın çok sevdiğim s/b “sirk” fotoğraflarını, Antoine d’Agata gibi usta bir fotoğrafçının “Ulysses’in Gözleri” sergisini ve Nordens Fotoskola’nın “Proje: İstanbul” sergisini anmadan geçemeyeceğim. Öğrenciler bitirme projesi olarak hazırladıkları bu sergi ile İstanbul’u, bugüne kadar Türkiyeli hiçbir fotoğrafçının bakmadığı, belki de bakamayacağı bir gözle fotoğraflamışlar. Kuzeyli bakışının; “gösterişsizliğindeki çarpıcılık” ve İstanbul’a kamusal olandan çok özel hayatların penceresinden bakmış olmaları, yani “dışardan” bir gözün bu kadar “içerden” bakışı, o cesaret ve ilgi beni çok etkiledi.

Samih Rifat’ın kitabında Güney Fransa’nın Arles kentinde her yıl düzenlenen Les Rencontres Internationales de la Photographie (Uluslararası Fotoğraf Buluşmaları) adlı şenliğin notlarını okuyorum ve bire bir  karşılaştırmasam ve karşılaştırılamayacak olsa da, özellikle içerik açısından, sadece fotoğraf günleri bağlamında değil, olmayan fotoğraf geleneğimize daha çok takılıyor aklım artık. Samih Rifat bir konuşmamızda bunu fotoğrafa talep olmayışına bağlıyor, çok da haklı. Türkiye’de fotoğrafın çoğu alanında – belki bir tek reklam dışarda tutulabilir, o da çok yeni - farklı işler istenmez aslında (zaman da yoktur ve fotoğraflar hem en hızlı, hem en ucuz ve hem de en iyi şekliyle çekilmelidir. Bu üçünün biraradalığının nasıl olacağı da fotoğrafçının sorunudur nasılsa), yapanlar ve yapılanlar öncelikle tercih edilmez, desteklenmez ve fazla da önemsenmez. Basın ve yayın organlarında, gazetelerde ve dergilerde çok sayıda fotoğraf kullanılır. Hepsine uluslararası standartlarda ödemeler yapılsa maliyetler çok yükselecek ve dergi ya da gazetenin devamlılığı tehlikeye bile girebilecektir. Yayıncılar da aynı şekilde yüksek maliyetlerden sözederek, yeterli talep olmayacağı bilgi ve endişesiyle fotoğraf kitapları yayınlamayı tercih etmezler ve bu kısır döngüde hem üreticilerin hem de izleyicilerin gizli işbirliğiyle en çok gözardı edilen fotoğraf olur. (Türkiye’de yılda kaç fotoğraf kitabı yayınlanır?)

Oysa fotoğraf dünyada da en çok kullanılan mecralardan biri ve örneğin bir Avrupa kentinde, bir fotoğrafçı bir gazetenin 1.sayfasında yer alacak bir habere sattığı fotoğrafı için 600-700 dolar alabiliyor. Ölçümüz tabii bu değil ama, verilen değer açısından bence önemli bir gösterge bu rakam. Bizdeyse, örneğin, bir moda ya da dekorasyon dergisi, 6-7 sayfalık yer ayırdıkları ve yaklaşık bir tam gün, bazen de iki gün çalışılan bir mekanın fotoğrafları için fotoğrafçıya en çok 50 ile 100 milyon TL arasında ödeme yapar. Derginin still-life sayfaları için çekilen fotoğraflar içinse ödenen miktar çok daha aşağılardadır. (Tabii bu miktarların en az 6 ay sonra ödeniyor olmaları da ayrı bir konu.) Hepimizin çok iyi bildiği konuları tekrar etmek değil niyetim ama bu biçim yerleştikçe, tanıtım adına neredeyse bedavaya çalışan fotoğrafçının verimi ve işlerinin kalitesi hızla düşmekte (bu piyasa koşullarında belki de hiç oluşmamakta), bir yandan giderek birbirinin kopyası işler çoğalırken, diğer yandan da, özensiz, kalitesiz ve içeriksiz işler yaygınlaşmakta ve fotoğraf camiasına, basına hakim olmaktadır. (Fotoğraf da Türkiye’ye tutulan bir ayna değil mi?)

Bu durumda(n) alan fazlasıyla razı olmakla birlikte, satanın aslında fazla razı olmadığını düşündüğüm, daha çok bu koşullarda ayakta kalmaya çalıştıklarını bildiğim bir dünyada; farklı, ayrı, önce (kendine) sorular soran, önce (kendini) sorgulayan ve oradan da fotoğrafa ve dünyaya bakabilen fotoğrafları bir fotoğrafçının önce kendi için çekebileceğine inanırım. Böyle fotoğraflar hiçbir zaman birilerinin talebiyle değil, ancak içimizden geldiğinde, kalbimizde hissettiğimizde ve duygularımızla (kendimizle) açık yüreklilikle başbaşa kalabildiğimiz, yüzleşebildiğimiz zamanlarda çekilir. Geleneksizliğimizin temel nedenlerinden biri olarak,  galiba Türkiye’de fotoğrafçıların yapmadığı da budur.

Bu sonsuz yolculuğun dünyaya bakan kapısını Türkiye’den bakınca fazla görmekten yana olmaz fotoğrafçılarımız. İç yolculuğunu zenginleştirecek, gözlerimizi  açacak dış yolculuklardan çekinilir ve uzak durulur olabildiğince.

Profesyonel dünyadaki arz-talep dengesizliğinin yanısıra Türkiye’de üretilen fotoğraflara baktığımızda bir aynılık, bir durağanlık hali hemen göze çarpar. Toplum olarak da, fotoğrafçılar olarak da tutucu ve yeniliklere daha kapalı, kendimizi fazla değil, neredeyse hiç sorgulamayan, ya fazla çaba harcamadan çabuk vazgeçen, ya da yaptığını hemen ve çok beğenmekten yana olan ve hele de bunu üç, dört kişi daha söylediğinde işi bitiren, çektiğinin fotoğraf olduğuna hemen inanan (olabilir ama, bir fotoğrafla da bahar olmaz ki!) ve geriye çekilecek başka fotoğrafı neredeyse kalmayan, soracak yeni/farklı soru ya da sözü kalmamış bir dünyanın fotoğrafçıları gibiyiz. Son tahlilde en iyi fotoğrafı biz çeksek ne olacak ki? Deseler ki, bu fotoğraf dünyanın en iyi fotoğrafı, bir daha çekmeyecek miyiz, bitirecek miyiz fotoğraf yolculuğunu? Fotoğraf böyle bir şey olabilir mi?

Oysa belki de böyle bir aşamada, tam da fotoğrafla ilgilenmeye başlayacakken bu yaklaşımımızla hem kendimizden, dolayısıyla hem de fotoğraftan hızla uzaklaşmıyor muyuz?. Fotoğrafı kendimiz için değil, sanki önce başkaları için çekmekteyiz. Tomris Uyar, Varlık dergisinin Aralık 2002 sayısında kendisiyle yapılan ropörtajda “başkası için yazmak suçtur” demiş. Katılıyorum çünkü, başkası için yazmaya başladığınızda kendinizdekini görme ihtimalini giderek zayıflatırsınız. Başkaları o kadar çoktur ve o başkaları içinde o kadar hızla kaybolunabilir ki, sonuçta kendinizi göremez olur, bir süre sonra da kime göre yazdığınızı ya da çektiğinizi bile bilemeyebilirsiniz. Oysa yazan sizsinsinizdir, kağıda dökülenler de sizin içinizdekiler gibidir, ama yazılanlar ne yazık ki sizin değildir, size ait değildir. Bu noktadan bakarak ben bu ağır ama haklı yoruma, başkası için fotoğraf çekmenin de suç olduğunu düşündüğümü eklemek istiyorum.

Fotoğraf gibi bir alanda dünyayı da izlememiz, bir tek Türkiye sınırlarına sıkışmamamız gerekir. Sadece “içerdeki” görüntüler, sözler ve sorular yetebilir mi? Oysa kendini daha iyi görebilmenin bir ön koşulu da, içinde bulunduğun ortamın ve yaptıklarının dışına çıkmak ve oradan da bakabilmek değil midir?

***

Geçtiğimiz yıl 1 haftalık bir atölye çalışması için (ve yine Fotoğraf Günleri kapsamında) İstanbul’a gelen İsveçli fotoğrafçı Anders Petersen’e fotoğraf dünyasındaki bazı fotoğrafçıların yaklaşımını ve sözlerini hiç farkettiniz, izlediniz mi? Ben bu atölye çalışmasına katılmış ve “dışardan bir gözün” izlenimlerini, birikimlerini ve sözlerini – iyi ki - paylaşmış biri olarak bu değerlendirmeleri daha yakından izleyebildim ve “öteki”ne, dışarıya olan bunca kapalılığımızın, üstü kapalı bir biçimde de olsa, neredeyse “ya sev, ya terk et” milliyetçi duygularına kadar varabildiğini görerek, inanamadım bunca tutuculuğa... Fotoğrafın sınırları ne Türkiye’de, ne de başka bir ülkede, en çok ve en önce kendi içimizde, ardından da dünyadadır. Kendimizden ne kadar çok, ne kadar farklı bakabilirsek, oralarda, sorduğumuz sorularda, sıkıldığımız zamanlarda, çekmekten korktuğumuz anlarda, kendimizle karşı karşıya kaldığımız karelerde, tedirginliklerimizde, sevgilerimizde, yaşadığımız aşklarda, kalbimizde, kalbimizle bakabildiğimiz dünyalarda ve insanlardadır fotoğraf. Başkalarını (öteki fotoğrafçıları) ve yaptıklarını izlemeden, gözlemlemeden, sözlerini duymadan, yani onların dünyaya nasıl dokunduklarını hissetmeden, bir tek Türkiye’de dönüp durmak ve fotoğrafa bir tek oradan bakmak, bence çemberi sıfıra doğru daraltmaktan öte bir çaba değildir.

Fotoğrafımızda bir geleneğin oluşmasının önündeki bir diğer engel de, üretici ve izleyiciyle birlikte, fotoğrafçının bu kendini durduran yaklaşımıdır. Bu üç sacayağı birbirini Türkiye topraklarında kuvvetle beslemekte ve tüm bunlardan sonra Türkiye’de fotoğraf adına yeni, farklı ve ayrı bir fotoğraf bakışı ve anlayışı (istisnaları dışarda tutarak ve iyi ki var olduklarını düşünerek) oluşamamakatadır. Çünkü; “görüntüyü eninde sonunda yüreğinde; ciğerinin bir yerinde kurmayan, bir bahçeye bakarken kendisi  bahçeye dönüşmeyen görüntü ustası ne ulaştırabilir ki bize, camsız gümüş camlardan, duyarsız kağıtlardan öte?” (1)  

Silkinmek, maskelerimizi fırlatıp atmak, hem kendimiz hem de dünyalı olmak, kendimize hem içerden hem de dışardan bakmayı öğretmek kolay değil ama, fotoğrafçı olabilmek için de gereklidir. Samih Rifat’ın Eugene Atget’in fotoğrafları için söylediği, “gösterişsizliğiyle çarpıcı, yalınlığıyla huzur kaçırıcı, inatçı ve dirençli” gözlere ve fotoğraflara çok ihtiyacımız var. Yani farklı bakmaktan ve görmekten bu kadar uzak durmaktan vazgeçip, “ezici bir etki yaratan, elimizi kolumuzu bağlayan ve yüreklerimizi başka türlü attıran”(2) fotoğraflara yüzümüzü dönmenin ve  uzun sürmüş kış uykusundan uyanmanın artık zamanıdır diyerek bitiriyorum sözlerimi...

 

Laleper Aytek

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(1), (2)  Samih Rifat, Akla Kara Arası, Yapı Kredi Yay., 1.baskı: Eylül 2002.