Kendine Ait Bir Fotoğraf
Yeni başlayanlar için fotoğraf üzerine (gecikmiş) birkaç not:
Ya unutulduğundan, ya da üzerinden yıllar geçtikten sonra artık bir başka düşüncelerde duruluyor olduğundan, fotoğrafa yeni başlayanlara yönelik olmaz çoğunlukla yazılanlar, yazdıklarımız. Hal böyle olunca onlar da herhalde başkalarına ait sonraları, sonradakileri önce’leyerek, atılmış ilk adımların izini bulmaya çalışırlar. Tek tük sohbetlerde dile getirilen, katılınan panel, gösteri vb. etkinlik aralarında akıllara takılıp sorulan sorulardan ya da izlenen sergilerden bilmedikleri zamanları arar/sorar genç fotoğrafçılar. Ve her şeyden önce başlamak önemlidir. İlginin yoğunlaşmaya başladığı ilk zamanlar önemlidir. Oysa tam başlandığında ya da niyetlenildiğinde (fotoğraf size göz kırpmaya başladığında - tesadüfen çektiğinizi düşündüğünüz bir iki fotoğrafın başkaları tarafından beğenilmesinden sonraki ilk günlerde) yol gösterebilecek bir iki satır yazı, birkaç tecrübe ya da bir kişi ne kadar destekleyci, cesaretlendirici ve fotoğrafa yakınlaştırıcıdır!
Sihirli olan şeyin elinizdeki fotoğraf makinesi değil de, kalbinizdeki pırılıtı olduğunu sizden sadece bir süre önce farketmiş birinin sözleri de, umarım en azından bir kaç kişi için bile olsa, böyle bir cesarete aracı olabilir. Sizlere (ilk önce ve) en çok sormaktan ve yanlış yapmaktan korkmamanızı ve özellikle ilk başladığınızda, henüz bir tutunma noktanız yokken, ailenizin ve çevrenizin desteğine ihtiyacınız olduğunu söylemek istiyorum. İlk yıllarda bu çok önemli, gerekli ve yüreklendirici bir itici güçtür; ama fotoğraf gibi, herkesin deklanşöre bir kere bile bastığında tesadüfen “güzel” çıkan bir görüntüye bakarak fotoğraf çektiğini sandığı bir ifade-anlatım aracını kullanırken çok dikkatli olunmalıdır. Çünkü bir iki fotoğrafla “tamam ben yapıyorum bu işi artık” demenin sizi hızla gerileteceği, yapacaklarınızı ve kendinizi (içinizdekileri, sınırlarınızı) görmenizi engelleyeceği için yaptıklarınızı birden ve fazla beğenme tuzağına düşmemenizi öneririm. Hatta en sağlıklısının fotoğraflarınızı hiç beğenmemek, çektiklerinizin üçüncü şahıslar tarafından beğenilmesinin (örneğin bir yarışmada derece almak) rehavetine kapılıp, kendinizi engellememek olduğuna inanıyorum. Çünkü unutmayın ki tek (ya da birkaç) fotoğrafla bahar olmaz. Yakınlaşmadan ve yapılan yanlışların(ızın), korkuların(ızın) üzerine cesaretle gitmeden ve derin bir sevgi hatta tutkuyla bağlanmadan yapılan hiçbir işin kalıcı ve sürekli olabileceğine inanmıyorum. Fotoğraf, bir gün ve ancak vazgeçmediğinizde gelebilir. Peşinden inatla gittiğinizde ve belki de tam “olmuyor, çekemiyorum, beceremiyorum” dediğiniz, kendinizi çaresiz, yorgun ve tükenmiş hissettiğiniz anda çektiğiniz son karede gelecektir. Bunu önceleri fark edemeyebilirsiniz ama “kendinizi”, kendinizde olanı bilebilirsiniz ya da zamanla anlayabilir, ayrıştırabilirsiniz. Görüntü sizden ne kadar uzak(ta)dır ve çektikçe, çekmekten vazgeçmedikçe (ve yapılan diğer işleri, dünya fotoğrafını ve tartışmaları da izleyerek) size nasıl ve ne kadar yakınlaşabilecektir, hissedebilirsiniz. Buna fotoğrafla gerçek karşılaşma anı da diyebiliriz – her fotoğrafla kendini yenileyen, her fotoğrafla bir başka hikayeye, bakmaya yönel(t)en ve böyle olduğu için de canlılığını koruyan, kendini geliştiren ve çoğaltan bir süreç. Görüntünün birden geliverdiği, sahneden ok gibi fırlayarak size çarptığı bir buluşma, yakınlaşma anı.
İlk başlandığındaki en büyük tehlike, bence, başkaları tarafından beğenilmek adına başkalarının çektiği gibi fotoğraflar çekmeye yönelmektir. Kendine ait bir fotoğraf arayışında belki de kaçınılmaz olan bu sürecin, kendi fotoğrafınızı bulma sürecinin ilk adımları olması bir dereceye kadar kabul edilebilir ama milyonlarcası dünyanın her köşesinde, her an çekilmekte olan bir gün batımı ya da bir çiçek fotoğrafının, yahut kötü, örtüsü olmayan sehpa üzerinde duran siyah parlak tablada, içilmeden bırakılmış ve uzun külü düştü düşecek bir sigara fotoğrafının (tercihan siyah-beyaz ve bir açıdan gelen dramatik, abartılı bir ışık eşliğinde ) sizin fotoğrafınız olabilmesi için gereken zaman, fotoğrafa ilk bakıldığında bu fotoğraf .................’in fotoğrafı dedirtecek kadar size ait bir yaklaşımla çekilebildiğindedir ve böyle bir karenin çekilmesi gerçek bir zamana gereksinim duyar. Ki bu zaman, fotoğrafçı olabilmek için yürünen ve geçilen yollara, sürekli karşı-laşmalara, vazgeçmelere, iz bırakan aşklara, durmalara, beklemelere, nefretlere, sayısız yakınlaşma ve uzaklaşamalara karşılık gelen ömrün kendisidir aslında. Her fotoğrafla (kendindeki) bir ötekinin keşfine doğru yeni bir yolculuğun başlatılabildiği, kendinle karşılaşmanın farklı yollarının keşfedebileceği ve bunun önemsendiği uzun bir yolculuk. Bu yaşadıkça ve fotoğraf çektikçe sürecek ve çoğalarak hayatınıza sinecek, iz bırakacak yolculukların neresinde olursanız olun eğer elinizde, sizin fotoğrafınızı, kendinizde(n) olanı görüntüleyecek bir fotoğraf makineniz varsa o zaman yalnız değilsinizdir. Gördükleriniz, konuştuklarınız, baktıklarınız, yazdıklarınız, hissettikleriniz ve düşündükleriniz gerçekten içinizdekiler olmaya başlar. Artık içinize ayna tutmaya başlamışınızdır. Suskunluklarınız dillenmeye, unuttuklarınız(ı) hatırla(n)maya, önceden öyle görmedikleriniz bir başka görünüme/görünmeye yüz tutarlar. Ama değişen o görüntüler değil, içinizdeki ses ve duygularınız, kısaca sizsinizdir. Çektiğiniz fotoğraflar ancak sizin değişmenizle, sizdeki değişmeler, çeşitlenmeler ve (kendine yönelen iç) yolculuklar kadar varolacak ve oradan çoğalacaktır.
Benim fotoğrafa yaklaşımım, başladığım günden bugüne, dışardan içeriye bir seyir izledi. Fotoğrafla birlikte önce dış dünyayı izledim; renklerini, ayrıntılarını, manzaralarını, az da olsa insanlarını ve farklı mekanlarını tespit ettim. Bu tespit bir anlamda fazlasıyla “belgesel” bir süreçti, dışarıda olan bitenin benin gözümden kaydedilmesiydi ama uzaktan, dışardan bakan bir gözdü. Örneğin o yıllarda fazlasıyla zoom objektif kullandım (75-300mm gibi). Buna bir tür röntgencilik de diyebiliriz galiba. Ben onları görüyordum ama onlar beni görmüyor, bilmiyorlardı. Yani bir dış-seyir sözkonusuydu. Bu süreçte belgeselden tanıtım fotoğrafçılığına, konvansiyonelden dijitale, fotoğrafa ve dergilerde fotoğraf üzerine yazılara kadar fotoğrafla ilgili pek çok yöntem ve aracı kullanmıştım.
Bu süreci benim için değiştiren galiba İsveçli fotoğrafçı Anders Petersen’in üç yıl önce İstanbul Fotoğraf Günleri kapsamında gerçekleştirdiği bir atölye çalışması sırasında anlattığı bir hikaye oldu:
Anders Petersen hapishane çekimleri yaptığı bir sırada mahkumlardan biriyle sohbet eder ve ona nasıl olduğunu sorar. Mahkumun cevabı: “Piramidimi keskinleştiriyorum” olur. Taban piramidin en geniş, en sağlam ve güvenli yeridir ama tüm fazlalıkları da içermektedir. Yukarı doğru çıkmaya başladığınızda fazlalıklarınızdan sıyrılmaya, bir anlamda arınmaya da (eteklerinizde birikmiş taşları dökmeye) başlarsınız. Tepe, yalnızdır, tek kişiliktir. Fotoğraf da öyle... Tepede kendinizle başbaşa kalırsınız ve çıkmak cesaret ister.
Eğer fotoğrafçı böyle bir yolculuğu göze alır ve tepeye doğru yol alarak kendisiyle bir karşılaşma sürecini başlatabilirse, işte o zaman zenginleştirici bir iç-seyrin varlığından söz edebiliriz. İlk bakışta insanı yalnızlaştırırmış gibi görünen süreç karşı-laşmanın ardından fotoğrafçıyı çoğaltmaya başlar ve onu kalabalıkların içinde ayırt edemediği, farke edemediği dünyalarla tanıştırır; yani yepyeni yolculuklara vesile olabilir. Kolay bir süreç olmadığını kabul ediyorum ama bir fotoğrafçı kendine bakmadan, kendindekini görmeden, yani bir iç yolculuk başlatmadan çektiği fotoğraflarda olamayacaktır. Kendinin daha örtük, daha kapalı, daha uzak yanları olabilir, ama gerçek kendisi olamaz ve fotoğraf da bunu çok kolay ele verir aslında. İşte bir fotoğrafı yapan bıçak sırtı ayrım bence tam bu noktadır. Ve bu noktadan sonra, bir tek benim yani çekenin onları değil, ama onların, yani çekilenlerin de beni gördüğü, fotoğraf sürecine katıldıkları, fotoğraflarının çekilmesini istedikleri gerçek ve karşılıklı bir seyir sürecinden sözedebiliriz. Bu noktadan sonra çekilen fotoğrafın bir anlamda ortak (fotoğraflayan ve fotoğraflanan) bir karar sürecinin sonunda oluştuğunu söyleyebiliriz. Fotoğraf makinası çekenin elinde olduğu için, çekilen pasif bir rol üstlenmiş gibi görünse de, fotoğrafçı artık çekilenin rızası, katılımı olmadan deklanşöre basmayacak, bunu istemeyecek, doğru buluşma, yani karşılaşma için, onun da “kendi” olduğu bir ana kadar bekleyecektir. Bu özellikle fotoğrafçı için sabır gerektiren “kendine ait bir yolculuk” zamanıdır.
Fotoğrafçı tarafından bakacak olursak, her görüntü bir başka sorunun ve kendilik hallerinden bir diğerinin ipucu olarak, fotoğrafçıyı kendine, içindekini görmeye, hissetmeye daha da yak(ın)laştıracaktır. Sorular çoğaldıkça görmeler daha da derinleşecek ve maskeler düşmeye, altından fotoğrafçının daha “kendisine ait” ve sahici görüntüleri çıkmaya başlayacaktır. Baktıkça ve gördükçe de sesler, yüzler ve zaman çoğalacaktır. Fotoğrafçının baktığı ve kaydettiği yüzlere bu kadar iç teması, bakılanı daha örtünmesiz, daha maskesiz bakmaya ve olmaya açık bir davettir. Maskeler karşılıklı düştüğünde/düşürüldüğünde ya da bırakıldığında, fotoğrafın zamanı gelmiştir. Duygular birbirine çekinmesiz bakabilmektedir. Bu, fotoğrafçının kendini karşısındakinin bakmasından anlattığı, kendini durduramadığı bir patlama anıdır. Fotoğrafçının sağ işaret parmağı deklanşöre hafifçe dokunur ve birbirini gören iki ruh bu tespit sürecinin gönüllüleri olarak o “an” dan usulca uzaklaşır, sakinleşirler....
Laleper Aytek
(4 Eylül-17 Kasım 2003 , www.fotograf.net için yazılan yazı)