Kurşun Adres Sormaz, Peki ya Fotoğraf?
Türkiye’de fotoğraf camiasının yıllardır cevabını bir türlü veremediği ve neredeyse tartışılmaktan eskimiş bir sorudur, fotoğrafın sanat olup olmadığı. Fotoğrafın sanat olmadığını (herhangi bir sanat değeri taşımadığını) düşünenler, sanatın en temel unsurunun yaratıcılık olduğunu, fotoğraf çekerek yaratılamayacağını, ancak ve ancak varolanın kopyalanabileceğini söylerler. Fotoğrafçılar çektikleri fotoğraflarla gerçek dünyadan, varolandan alıntı yapmakta ama yorumlamamaktadırlar (mı?). Yani bütün yaptıkları bir anlamda kopya çekmekle (mi?) sınırlıdır. Bu görüşlere katılmıyorum ama fotoğrafın herhangi bir sanat değeri taşımadığına inanan kişilerin yaklaşımını da biraz netleştirmekten yanayım. Fotoğraf çekerek varolanı yaşayandan, sürekli olandan soyutlayarak çekip çıkarırlar. Seçilen görüntülere yeni bir söz, yeni bir bakış eklemez, sadece bir an’ı olduğu gibi film ya da CCD düzlemine aktarırlar. Görüntü saniyenin binde birlerine hapsedilerek dondurulur ve silah/araç olarak da fotoğraf makinesi kullanılır. Deklaşör tetik olur ve bir kere ateşlendi mi yani ok yaydan çıktı mı geri dönüş yoktur. Adres ve sonuç bellidir: Hedef ya yakalanır, yani yok edilir ya da ıskalanır. Bu (talihsiz) açıdan bakıldığında, affınıza sığınarak bir talihsiz değerlendirme de ben yapmak ve fotoğrafı, katili fotoğrafçı, suç aleti de fotoğraf makinesi olan planlı bir öldürme eylemi olarak tanımlamak istiyorum.
Fotoğrafın sanat olmadığını, (daha çok bir belge, tarihe ışık tutan - ki fotoğrafın bu özelliği de inkar edilemez) düşünenlerin başında Türkiye’nin en önemli fotoğrafçılarından biri olduğuna inandığım sevgili Ara Güler gelmektedir. Ara Güler’in genelde fotoğraf üzerine bu düşüncelerinin yanı sıra, bir ropörtajında reklam fotoğrafçıları için söylediği “fotoğrafın mikroplarıdır” tanımını da aynı talihsizlik çerçevesinde değerlendiriyor ve ekliyorum: “Ey mikroplar!!! Titreyin ve kendinize gelin… Yaptığınızı, çektiğiniz fotoğrafları sanat zannederek içinde bulunduğunuz gaflet ve dalalet uykusundan uyanın ve bir an önce ‘doğru yolu’ görün!!!!” diyecek kadar ileri gidiyorum. Biri de çıkıp, yok, o kadar da değil derse, ben de o zaman sorarım: Peki, ne(reye) kadar diye? Bence reklam fotoğrafı özellikle 80 sonrasında Türkiye’de fotoğrafın gelişimine gözardı edilemeyecek bir ivme kazandırmıştır.
Evet bir fotoğrafın sanat değeri taşıyıp taşımadığını hangi ölçülerle belirleyeceğiz?
Susan Sontag şöyle diyor: “Fotoğrafçılar sahip oldukları aktif, alıcı, değerlendirici bakış biçimleriyle dünyayı yakalarlar. A.Stieglitz’in ünlü fotoğrafı Fifth Avenue Winter’ı çekmek üzere uygun anı yakalayabilmek için saatlerce ayakta beklemesini belgelenmiş görüntü diye geçemeyiz (oysa Ara Güler bunu, başta kendi fotoğraflarına olmak üzere hep yapmaktadır). Eğer mesele 5.caddedeki karın belgelenmesi olsaydı, Stieglitz oraya gider, makinesini hazırlar ve sokağı/karı çekip giderdi. Ama “uygun an” için saatlerce bekledi. Bu uygun an’ın ardında dünyayı bakanın gözünden görme ve böylece bir başka bize ait görme biçimini başlatma etkinliği yatmaktadır”.
Yaşamdan ayrıştırdığımız şeyleri yakaladığımız anın içinde(n) anlatmaya, ifade etmeye çalışırken, sadece o ana adanmış görüntülerin yani fotoğrafın bize gösterdiklerinin dışında ya da ötesinde, fotoğrafçının “o” fotoğrafından yola çıkarak, olası pek çok hatta sonsuz diyebileceğimiz görüntü kombinasyonu arasından seçtiği kadraj/kare aracılığıyla dünya ile olan ilişkisini anlamaya ve bu anlamadan yola çıkarak da kendimiz başka anlamlar kur(gula)maya başlarız. İşte bu farklılıkların yarattığı ve sebep olduğu bir çoğalmadır. Bu çoğalmayı sadece bir alıntı olarak tanımlamak hem yanlıştır ve hem de fotoğrafa yapılan bir haksızlıktır. Bu, yalnızca size ait ve yıllardır biriktirdiklerinizle birlikte; dünyaya, insana, duygulara, olaylara kısaca hayatı yapan şeylere bakışınız ve yorumunuzdur. Bu da, o fotoğraf ile karşılaştıktan ve fotoğrafla aranızda bir ilişki kurduktan sonra, dünyayı öncesine göre daha farklı (çünkü artık aklınızda, kalbinizde ve bilginizde “o” fotoğraf da vardır) algılayacağınız, anlayacağınız ve bunu gerçekleştireceğiniz diğer etkinliklere de, öyle ya da böyle, ama taşıyacağınız, yansıtacağınız anlamına gelmektedir.
Susan Sontag şöyle devam ediyor: “Aynı şeyin fotoğrafını herkes ayrı biçimde çeker. Böylece görmek yalnızca bir kanıt/belge olarak kaydetmek değil, aynı zamanda dünyanın birer/farklı değerlendirmesidir de. Görmek denen (fotoğraf makinesiyle kaydedilen, desteklenen) basit bölünmez bir etkinlik değil, hem insanlar için yeni bir görme yolu, hem de onların icracısı olduğu yeni bir fotografik görme biçiminin sunumu olmaktadır.”
Her fotoğrafın bir değerlendirme olduğu doğrudur. Fotoğrafçının bakışından, sonsuz görüntüler bütünü içinden o kadrajla ayırt ederek, saniyelere sığdırdığı bir değerlendirmedir. Dünyaya bakışın çok kısa bir zaman aralığında dillenmesi, göz-kalp-beyin süzgecinden geçerek karşımıza çıkmasıdır. Bu değerlendirmeyi yaparken herkesin kanıtı, her fotoğrafçının seçimi ve tercihi farklıdır. İşte bu farklılık ki, fotoğrafı herhangi bir belge olmanın çok ötesinde bir yerlere taşır ve bu fark esasında gözlemcinin farklılığından; dünyaya, olan bitene ve şeylere başka/farklı ve ona özgü bakışından, algılamasından ve dolayısıyla da ayrı ifade ve yorumlamasından kaynaklanır. Bu sebeple bir durum, mekan ve kişiye ait görüntü ile bu görüntüyle ilgili değerlendirme, algılama, yorum ve çekim hiçbir zaman tek değil ama çoktur.
Bu başkalık bir tek o fotoğrafçıya aittir ve sadece o fotoğrafçının yarattığı bir başka g/söz, bir başka yorumdur izleyiciyle buluşan, buluştukça da çoğalan ve çoğaltan. Her gün hepimiz benzer görüntülere maruz kalıyoruz. Bu hepimize o kadar doğal gelen görme, bakma ve izleme eylemini bir fotoğrafçının objektifinden gördüğümüzde de o fotoğrafa neredeyse bir fotokopi gibi bile bakabiliyoruz. Sanki kim çekerse çeksin aynısını çekermiş, çekebilirmiş gibi gelebiliyor. Eğer bu doğruysa, örneğin Ara Güler’in 1960’lara, 70’lere ait İstanbul fotoğrafları gibi fotoğraflar hâlâ neden çekilemiyor? Çekildi de biz mi bilmiyoruz? O yıllarda İstanbul’daki tek fotoğrafçı Ara Güler miydi? Tabii değildi. Ama hepimiz için A.G fotoğraflarını diğerlerinden, gördüğümüz çoğu fotoğraftan ayıran, farklı kılan, benzemez yapan bir yan yok mudur? Ara Güler kendi fotoğraflarını sadece zamana tanıklık, görsel tarihin kanıtları olarak tanımlayabilir, doğrudur ama özellikle A.G’nin fotoğrafları için bence çok eksiktir bu tanımlama. A.G’in fotoğrafları bir tek belgelenmiş görüntüler olmanın ötesinde de değerlendirilmelidir (ve allahtan A.G’ye rağmen değerlendirilmektedir de!!!). Çünkü, o yıllara ait pek çok örneğinden farklıdır ve bu fark hepimizin malumudur (böylesi bir değerlendirmeyi Ara Güler’in de yapacağını ummak istiyorum.)
Nazif Topçuoğlu, “İyi Fotoğraf Nasıl Oluyor, Yani?”(1) adlı kitabında fotoğrafı tanımlayabilmemize, bir sanat değeri taşıyıp taşımadığını anlayabilmemize yardımcı olabilecek pek çok ipucu veriyor (N.T’nin kitabıyla aynı adı taşıyan makalesini bu konuda kafası karışık olan herkese şiddetle öneriyorum). N.T özetle ve kısaca şöyle diyor:
“İyi olarak tanımladığımız fotoğraflardaki başarıyı açıklayacak tek bir kuramsal yaklaşım yoktur. Ama o fotoğrafın ‘iyi’ olduğunu anlamamıza yardım edecek genel ve ortak özellikleri açıklamaya çalışabiliriz belki.
Bir değerlendirme yaparken;
Her fotoğrafçının yaptığı işlerde fotoğrafçılığın belli biçimsel unsurlarına nasıl yaklaştığı, ışığın tonlarını veya renkleri nasıl kullandığı yani fotoğrafın işçilik yanı önemlidir.
Bir fotoğrafa baktığımızda sanatçının niyetinin ne olduğunun anlaşılabilmesi de önemlidir. Ondan sonra sanatçının bunu gerçekleştirebilmekte ne kadar başarılı olduğu ve yapılan işin samimiyeti sorgulanabilir.
Fotoğrafçının tutarlılığı, dürüstlüğü ve anlatmak istediklerine ne kadar inandığı, ortaya koyduğu işlerin bütününden çıkartılabilir. Eğer bu biçim ve içerik bütünlüğüne üslup dersek, o zaman bütün bu bilgilerin ışığında ‘iyi’ fotoğrafla karşılaştığımızda tanıyabiliriz. Ve o fotoğraf bir sanat eseridir.
Sanat fotoğrafı yoktur, sanat değeri taşıyan fotoğraflar vardır.
Bazı fotoğraflar sanat değeri taşır, bazıları taşımaz.”
Tam yeri gelmişken Nazif Topçuoğlu’nun sözlerine şu eklemeyi yapmadan geçemeyeceğim: Bence fotoğraf sanatçısı yoktur, fotoğrafçı vardır. Reklam fotoğrafçısı diyebilirsiniz, vesikalık fotoğrafçı, moda fotoğrafçısı, mimari fotoğrafçı ya da yemek fotoğrafçısı diyebilirsiniz ama fotoğraf sanatçısı diyemezsiniz. Vesikalık fotoğraf çeken kişi de fotoğrafçıdır, reklam fotoğrafları çeken de. Aralarındaki tek önemli fark fotoğrafın değişik alanlarında çalışıyor olmalarıdır. Bir fotoğrafçının, örneğin reklam fotoğrafları çektiği için yayınlarda, TV söyleşilerinde, yapılan ropörtajlarda fotoğraf sanatçısı olarak tanımlanması ve böylece diğer fotoğrafçılardan ayırt edilmeye çalışılması, sanatçı payesinin de bu şekilde veriliyor olması bence tamamen yanlış, uydurma ve gereksizdir.
“Bir fotoğrafın sanat değeri taşıyabilmesi için fotoğrafa ilişkin toplumsal-kişisel bir bilinç oluşturulmalıdır,” diye devam ediyor N.T. “Fotoğraf üzerine bilgilenmek gerekiyor. Üretkenliğin artması gerekiyor. Böylece ortaya çıkacak karşılıklı etkileşim ortamında;
Eleştirilecek ürünler olmalı,
Eleştiri yapabilecek bilgi birikimine sahip bir izleyici kitlesi olmalı,
Ve zincirin son halkası olarak, bu bilgi-eleştiri diyaloğunun ışığında üretilecek/ortaya konulacak fotoğraflar ve bu üretimi gerçekleştirecek fotoğrafçılar olmalı.”
Belki böylece fotoğrafa, özellikle sanat olup olmadığına ilişkin söylediklerimiz gelip geçici, akıllara yer etmeyen değerlendirmeler olmanın ötesinde, sahici birer düşünce ürünü olarak karşımıza çıkarlar ve belki o zaman “fotoğraf sanat mı, değil mi?” kör dövüşünden bir adım ileri giderek, gerçekten fotoğraf üzerine, fotoğrafçılar üzerine ve en çok da üretilen yapıtlar üzerine konuşabilir, tartışabiliriz.
(1) “İyi Fotoğraf Nasıl Oluyor, Yani?”, Nazif Topçuoğlu, Yapı Kredi yay., 1992.
Laleper Aytek
2004