|

Sezen Aksu... Haris Alexiou...Duygu Asena

Sezen Aksu...Haris Alexiou...Duygu Asena...Raymond Depardon...Anders Petersen...Dominique Isserman...Lorenzo Castore...Sarah Moon...Gilles Leimdorfer...David Goldbaltt...Josef Koudelka...

Eğer Geniş Açı'nın 49. (ve ne yazık ki sondan bir önceki) sayısı için yazmakta olduğum yazıyı 'Fotoğraftaki Buluşma: Arles' olarak hazırlamaya karar vermiş olmasaydım, aşağıda sadece özetine yer verdiğim (ve kendi fotoğrafımla yakından alâkalı olduğunu bilsem de, birçoğunuzun fotoğrafla ilişkilendiremeyeceğine ve 'ne alâkası var ki!' diyeceğine emin olduğum) bir yazı yazacaktım. Yazacaktım, çünkü bir/her fotoğrafın, 'şu' duygudan ya da 'şu' düşünceden çekildiğinin adını koyamazsınız, zordur. Hatta koyarak zorlama hayallere bile neden olabilirsiniz. Ancak o güne kadar size katılmış sesler, sözler ya da yüzlerden derin izler taşır çektiğiniz her bir kare. Fotoğrafı yapan sizseniz eğer, sizi yapan şeylerden ayrı değildir görüntüleriniz. Ve her fotoğraf kendi zamanını, pek çok şarkı(cı), pek çok yazar, bir sürü film, kitap, günbatımı, gece karanlıkları, cevapsız onca soru, bir gülümseme, pek çok sevgili, hiç görülmemiş bir yer, hiç bakılmamış bir duygu ve sözle yapar. Aşağıdaki satırlarla birlikte tarihe sadece ufak bir not düşmek ve bir gün, bir yerde bu yazıyı okuyacaklara, 2006 yılının Temmuz ayında yaşadıklarım(ız)dan kalanları ya da yaşayarak biriktirdiklerimizin bir bölümünü aktarmak istiyorum.

 

Onlar ki, çok hayata dairler(di)...

Teşekkürler Sezen Aksu - 28.07.06

Teşekkürler Haris Alexsiou - 29.07.06

Teşekkürler Duygu Asena - 30.07.06

Bu üç kadına da birlikte geçirdiğim(iz) ve yaşadıkça da geçireceğim(iz) onca güzel zaman, onca içimize işleyen şarkı, onca duygu, düşünce ve söz için binlerce teşekkürler. Şarkılar bizi incitmeye yahut yaşadıklarımız bize ihanet etmeye başladığında, yani giderek daha çok yara almaya başladığımızda aynadan geçerken, tüm sözler ve görüntüler boğazımıza bir bir düğümlenip bizleri sessizleştirdiğinde, onların yüzü, şarkıları ve ne olursa olsun vazgeçmeyişleri hep bir başka aydınlık oldu birçoğumuza, hiç umutsuzken bile, hatırlayınca suretlerini... Teşekkürüm ve minnetim bu yüzden.

Başka. Çünkü sözleri çok içeriden, şarkıları çok 'kendine ait' ve neredeyse en korkulan, söz etmekten kaçılan ve esirgenen duygulardan, kendi kuytularımızdan ve en çok da aşktan yola çıktıkları için. “Yaşamak dediğinin üç beş mutlu andan ibaret” olduğunu bile bile, ağır yaşamaya ve yaşatmaya meyilli olduğumuz kişileri ve zamanları, kimi “dansöz dünya”yla, kimi “ikili delilik”le, kimi de “şarkı söylemek lazım”la hafifleterek, her zaman olmasa da (yoksa onca yoğun duygu, bunca çırılçıplaklıkta sözlere, melodilere nasıl yansıyabilir ve bu kadar çok insanı aynı anda kendine katabilirdi! Sezen Aksu’nun çok kendine aitliğinin sırrı bence burada gizli, keza Haris Alexsiu’nun da...) hayatı bir süreliğine daha yaşanılır, daha sürdürülebilir kıldıkları için. Aşk şarkılara çok yakışır. Dile gelmesi, katılması ve söyleyerek paylaşılması hem daha kolay gibidir hem herkesindir ama bir yandan da bir cümleyle, bir tınıyla hissettiklerine bu kadar çok insanı aynı anda ortak edebilmek bir o kadar da zordur. Değil midir? Bir başka Sezen Aksu var mıdır? Ya da bir başka Haris Alexiu? Yoktur ve S.A. böyle dillendirmelerden söz edilmesini istemez. Ama ben yine de varlıklarıyla ve yaptıklarıyla hayatımızda gerçek farklar yaratan bu kadınların görünürlüklerini gözardı etmemek hatta kendileri sıkılsalar bile yazmak ve hatırla(t)mak gerektiğini düşündüğüm için yazıyorum.

Hayatımızdaki izleri derin, yaptıkları, düşündükleri ve söyledikleriyle, fark yaratmış bir kadın değil miydi sevgili Duygu Asena? Otuz yıl boyunca haksız bulduğu her şeye bütün sakinliğiyle ve tek başına karşı çıkabilen, duruşuyla, bakışıyla bu kadar özgüvenli biri olduğunu çok gecikerek, ancak ölümüyle birlikte fark ettiğim Duygu Asena’nın, kadının adını ararken türlü kadınlık durumuna, aşka ve 'kadınlar vardır, olmalıdır'a dair vazgeçmeden ve hemen her kadının içinde kendinden bir parçayı rahatça bulabileceği bir dille ve yumuşaklıkla söyledikleri uzun yıllar feministlerce hafif bulunup, erkeklerce de (hele basın dünyasındaki sıkı anti-feministlerce) bıyıkaltı bir gülümsemeyle alay malzemesi yapılmadı mı? Duygu Asena’nın savundukları, düşündükleri ve bu topluma çoğu 'ilk' olarak söylediklerinin ana fikri, kadınların kendi aidiyetlerinin peşine düşmesi üzerine değil miydi? Son yolculuğunda yine pek çok ilk gerçekleşti. Ölüm, bu coğrafyada belki de ilk defa onunla birlikte siyahlarla değil, beyazla, Jan Garbarek ve Sezen Aksu’nun parçalarıyla karşılandı. Tabutunun üzeri yeşil bir bez ve yemeni ile değil, sarı güllerle kaplıydı ve en önemlisi de son yolculuğuna erkeklerin değil, kadınların omuzlarında uğurlandı ve cenaze namazında ön safları türlü karşı çıkmalara karşın kadınlar tuttu. Türkiye’de ve dünyada onu bilen, tanıyan ve okuyan kadınlar olarak Duygu Asena’ya çok şey borçluyuz. Kadınlara kadın olmak, kendi olmak üzerine çok şeyler söyledi, kitaplar yazdı, konuşmalara katıldı, çok tepki gördü ama çok şey de gösterdi. En mühimi de, o da Sezen Aksu gibi hayatı yapan asıl şeye, aşka işaret etti durdu yaşamı boyunca. Hayatı aşkın yaptığına, eğer kendimize yakınlaşmak istiyorsak duygularımızdan kaçmadan, aşkla yaşamamız gerektiğini bizler gibi utangaç bir topluma hiç bıkmadan söyledi durdu yazdıklarıyla (tıpkı İsveçli fotoğrafçı Anders Petersen gibi). Daha söyleyecek çok sözü, yazacak çok yazısı ve eminim yaşayacağı ne çok aşk vardı bizleri bu kadar erken ve bu kadar eksik bırakıp da gittiğinde! Sevgili Duygu Asena sarı güllerin seni korusun.

Fotoğraftaki Buluşma: Arles

Yazımın 37. Arles Fotoğraf Buluşmaları'na değineceğim bu bölümünde tüm sergileri, etkinlikleri, fotoğraf ve fotoğrafçıları değil, daha çok genel izlenimlerimi, benim gözümden, Arles sokaklarında (ve bir iki tane de Nice’te) çektiğim fotoğraflarla anlatmaya çalışacağım. Fotoğrafseverlere önerim, imkân bulduklarında fotoğraf dünyasının bu önemli buluşmasına mutlaka katılmaları, profesyonelce hazırlanmış bir portfolyoyla birlikte Arles’a gidip görüşebilecekleri herkesle görüşmeleri ve işlerini göstermeleridir. Çünkü Arles, fotoğrafta ulusal olanda sıkışmayıp, uluslararası olana da katılabilmenin, başka coğrafyalarda yapılan işleri de takip edebilmenin önemli ayaklarından biri.

Güney Fransa’nın Arles kentinde, 9 Haziran-17 Eylül 2006 arasında, bu yıl otuz yedincisi düzenlenen ve toplam 76 sergiye ev sahipliği yapan Arles Fotoğraf Buluşmaları’nın misafir sanat yönetmeni Fransız sinemacı, yazar ve fotomuhabiri Raymond Depardon’du. Depardon, Doisneau’dan Cartier-Bresson’a, kendi ülkesinin estetik geleneğine karşı çıkarak oluşturduğunu söylediği sergilerde, Amerikalı fotoğrafçıların yanı sıra öncelikli olarak Fransız fotoğrafçılarının çalışmalarına yer vermişti.

Le Monde’da 13 Temmuz’da 'Arles’da İşlenen Cinayet' başlığıyla yayınlanan yazıda, Depardon’un bu buluşmayı hazırlarkenki asıl niyeti şu sözlerle aktarılıyordu: “Cartier-Bresson’un mükemmel simetrisi, Doisneau’nun ve hümanistlerin duygusallığı beni ilgilendirmiyor. Otuz yıl boyunca bana, ‘Neden Cartier-Bresson ya da Doisneau yapmıyorsun’ diye soruldu. Sanki benim kuşağımın üzerine kurşun dökülmüş gibi. Kafamızı hep ölümsüz Fransa ya da karar anı ile ütülediler. Ben genç fotoğrafçılara aynı eziyeti çektirmek istemiyorum. Benim programımda öfke var.” Depardon insanları Fransa’ya değil, Amerika’ya bakmaya davet ediyor ve ‘Beni etkileyenler’ dediği yirmi kadar Amerikalı fotoğrafçının Espace Van Gogh'taki sergisini keşfetmesi istiyor onların. Bunların arasında ‘kahramanlarım’ dediği Walker Evans ve Robert Frank en önemli fotoğrafçılar.

Biri son savaştan önce, diğeri sonra etkili olan bu iki fotoğrafçı, Amerikan peyzajını ve insanlarını, 'pitoresk, nostaljik ve egzotik' olanı tamamen gözardı ederek fotoğrafladılar. Her türlü duygusallığı reddettiler ve insan yüzleri kadar şehir işaretlerine uzaktan ya da yakından, umutsuz ya da canlı bir bakışla baktıklarında konuyu tam cepheden hedeflediler.”

Kendi adıma Depardon’un öfkesini bir tek ve en güçlü olarak -adı ve işleri basında nedense fazla yer almasa da- Anders Petersen’in fotoğraflarında hissetmeme rağmen başrol yukarıdaki alıntıda iddia edildiği gibi sadece Amerikan fotoğrafçılarının değil Fransız ve Amerikalı fotoğrafçıların ortaklığındaydı. 

Arles, 4-9 Temmuz 2006 tarihleri arasındaki profesyonel haftada oldukça kalabalıktı. Arles’a ilk defa katılan biri olarak, Le Monde’un Depardon’un bu buluşmada karmaşık bir soyağacı oluşturduğu yorumuna fazla katılamadım. Genel olarak baktığımda, ruhu fazla canlı olmayan, yeni bir sözü, özel/yeni/bilmediğimiz ya da şaşırtan bir bakışı olmayan ve belki de bu yüzden beni o kadar heyecanlandırmayan fotoğrafları ve sergileri bir süre sonra görev icabı gezmekte olduğum duygusuna kapılınca itiraf edeyim ki bıraktım. Beni etkileyen işler ve fotoğrafçılar arasında Dominique Isserman’nın bir kilise içinde, biri enine diğeri de boyuna 2 dev ışıklı panoda, bir dia gösterisi şeklinde sunulan 'Postcards' başlıklı, iyi bildiğimiz siyah beyaz moda fotoğraflarını; Lorenzo Castore’nin 'Paradiso' başlıklı Küba fotoğraflarını; Sarah Moon’un 'Red Thread' fotoğraflarını ve Gilles Leimdorfer’in, 'Que Reste-t-il.....?' (Geriye Ne Kaldı?) başlıklı sergisini sayabilirim. Aşırı sıcak ve nemli havanın da etkisi azımsanır gibi değildi ve hayatı neredeyse durma, düşünememe noktasına getirmekteydi ama yine de örneğin 2004’te Londra’da Photographers Gallery’de ilk kez görüp çok beğendiğim, defalarca gidip izlediğim David Goldblatt'ın Arles’da yine bir Güney Afrika portresi olarak oluşturulmuş retrospektifinden o kadar etkilenmedim. Keza Arles’da çok konuşulan, Paul Graham’ın 'American Night' başlıklı sergisinin de beni Josef Koudelka’nın Camargue (1) ve Anders Petersen’in 'About Gap and Saint-Etienne' (Boşluk Hakkında ve Saint-Etienne) fotoğrafları kadar etkilediğini söylemem zor. Bunda belki de benim şu anda fotoğrafla ilgili kafamdaki bir sürü cevapsız sorunun ve git-gellerin de etkisi olabilir. Bu yüzden kimseyi hiçbir şekilde suçlamadan ve etkilemeden, başlarken söylediklerimi burada da tekrarlıyor ve böyle kapsamlı bir buluşmaya, fotoğraf yapmak isteyen ve yapan herkesin katılmasının ufuk açıcı olacağını düşündüğümü söylemek istiyorum. Tek bir nedenle: Dünyaya başka/bilmediğimiz bir yerlerden de bakabilmek; bir tek Türkiye’deki fotoğrafa sıkışarak kendimizi fotoğraf yaptığımız konusunda kandırmamak; başka gözlerin, yaşamların tanıklığıyla soruları, korkuları, bakmaları çoğaltabilmek yani kısaca kendi fotoğrafımıza yakınlaşabilmek için...

(Yukarıdaki cümleden, kendimize bakmanın en etkili yolunun Türkiye dışında yapılanlara bakmak olduğunu söylediğim ve bitmez tükenmez bir yabancı hayranlığı içinde olduğum sanılmasın ama artık tutuculuklardan sıyrılmanın ve başka coğrafyalara uzanmanın ve orada yapılan işlerle de ilgilenmenin zamanı olduğunu, hatta geç bile kalındığını kimbilir kaçıncı keredir yazıyorum ama tam yeri gelmişken bir daha vurgulamak istedim ilgileneceklere...)

 

 

Laleper Aytek    

2006 

(1) Camargue, Güney Fransa’da, Arles’ın güneyinde bir yöre.