|

Siirt'te Bir İlk: Bir Fotoğraf Yarışması...

“Solan Bir Kentin Renkleri”

 

Bundan  2,5-3 ay önce birgün Bodrum’da şehre doğru giderken, Yavuz Arıtürk beni Ciran Organizasyon- Siirt Barosu adına arayıp, düzenlemekte oldukları bir fotoğraf yarışmasında Nadir Ede, Lütfü Dağtaş, Merih Akoğul ve Baro Başkanı M.Ali Özel’le birlikte jüri üyesi olmayı kabul edip etmeyeceğimi sorduğunda ilk tepkim şaşırmak olsa da, hemen ardından böylesi bir daveti fotoğraf adına (Kütüphane yıllarındaki misyoner ruhumdan bir nebze olsun kalmamış olsa da!) bir görev addederek kabul ettim. Fotoğraf yarışmalarından, yarışmalara gönderilen bir örnek fotoğraflardan hiç haz etmiyor ve o fotoğrafları hiç fotoğrafa dair bulmuyorsam da, Türkiye’nin bu kadar doğusundan fotoğrafla ilintili böylesi bir ilk çağrıyı reddetmek bana doğru gelmedi, gelemezdi. Siirt’e de ilk defa gidecektim. Oralardaki bilmediğim hayatları, yaşamaları ve “Solan Bir Kentin Renkleri” üzerine gelecek fotoğraflar kadar, şehrin seslerini, renklerini ve sokaklarını da merak ediyordum.

Merih’in (Akoğul) diğer proje ve programları nedeniyle katılamadığı (keşke gelebilseydi) Siirt yolculuğumuz İstanbul Atatürk Havalimanı’nda Nadir Ede ile buluşarak başladı. Ankara’da Diyarbakır uçağını beklerken Lüftü Dağtaş’da bize katıldı ve öğleden sonra saat 4’e gelirken, Yann Arthus Bertrand’ın hava fotoğraflarını çağrıştıran dağların arasındaki ışık ve gölge oyunlarından geçerek Diyarbakır’a indik.  Hangi dağların üzerinden geçtiğimizi bilmiyorum ama  günün batmaya yüz tuttuğu bu saatlerdeki üzerlerindeki ışık ve gölge biraradalığı öyle mükemmeldi ki, o sırada bir helikopterde olmayı ve altımızda uzanan sıradağları fotoğraflamayı çok iste(r)dim (sonradan öğrendiğimize göre Genel Kurmay güvenlik nedeniyle böyle çekimlere, bu tür uçuşlara izin vermiyormuş, ne yazık!). Diyarbakır’dan Siirt’e yaklaşık 200km olan dümdüz yolu arabayla 2 saatte aldıktan sonra 6 civarında (nihayet) Siirt’e ulaştık. Sabah 09:30’da İstanbul’dan başlayan ve İstanbul-Ankara-Diyarbakır-Siirt arası 8,5 saat süren uçak ve araba yolculuğunun sonunda üzerime derin bir yorgunluk çökmüştü.

Baro Başkanı M.Ali Özel ve Yavuz Arıtürk’le güleryüzlü ilk karşıla(ş)manın ve yarım saatlik çaylı bir sohbetin ardından hep beraber Yavuz Arıtürk’lerin evine doğru yola çıktık. Sohbetimiz sırasında bu yarışmanın Siirt için bir ilk olduğunu öğrendiğimde böyle bir daveti kabul etmekle ne kadar doğru bir karar verdiğimi bir daha düşündüm. Fotoğraf  şehirlerine neredeyse ilk defa geliyordu ve onlar buna vesile olmaktan dolayı hem çok heyecanlı hem de çok mutluydular ve kafalrındaki asıl soru; “İnsanların eline (silah yerine) fotoğraf makinası verebilmek için neler yapabiliriz?’di. Eğer fotoğraf makinası da Sontag’ın söylediği gibi bir silahsa, hangi silahın daha öldürücü olduğunu düşündüm!!! Yarışmanın bence en önemsediklerini düşündüğüm amacı ise yarışma şartnamesinde de belirtildiği üzere; “Duyarlı bir toplumun oluşmasında, bir şiir, bir resim, bir öykü kadar gereksinim duyulan fotoğraf sanatının gelişmesine katkıda bulunmak”tı. 2 günlük kısa ziyaretimiz sırasında benim hissettiğim, bu yarışmayla birlikte Siirt’i fotoğraftan önce haberdar etmek, ardından da “gelin bizler de yapalım, bizler de başlayalım” diyerek, fotoğraf üzerine konuşan, çalışan, çekimler yapan, sergiler açan, etkinlikler düzenleyen bir kalabalıkla fotoğraflı bir kent olmanın ilk adımlarını atmaktı. Fotoğraf, dünyaya bakmanın ve belki de Siirt’e de dünyanın bakmasını sağlamanın en görülür yollarından biri olamaz mıydı? Bence olurdu çünkü bir şehir insanın içine bu kadar dokunacak ve isyan ettirecek kadar unutulmayı, gözardı edilmeyi hak ediyor olamazdı, olmamalıydı!!!

Herşeyin bizlerin desteğiyle olduğunu söylediler ama aslında onların bu inanılmaz çabası, isteği ve “mutlaka yapmalıyız” ısrarları olmasa, bizler ne kadar onların yanında olsak da pek fazla yol katedilebileceğini sanmıyorum. Bence artık Siirt’e de fotoğraf geldi. Bundan sonrası için fotoğrafla uğraşan herkesin payına Siirt’e dair, Siirt’i fotoğraflandırmaya dair yapılabilecek en az bir katkının (etkinlik, gösteri, sergi, atölye çalışması vb.) olabileceğini düşünüyorum. Onların şu anda en çok hem ilk hem de başka/farklı bakmalara, görmelere, izlemelere, yapılanlar hakkında daha çok bilgi sahibi olmaya ihtiyaçları var.  Fotoğrafı kendilerine yakın hissetmek, bilmediklerini azaltmak ve hayırlı kafa karışıklıklarını artırmak üzere sorular sormaya, fotoğraf çekmeye, üzerlerindeki ilk çekingenliği atmaya ihtiyaçları var. Jüri üyeleri olarak onlarla da paylaştığımız bir öneriyi şimdi buradan tüm fotoğrafseverlere, sergi, etkinlik düzenleyen tüm kurum ve kuruluşlara da öneriyorum: Öncelikle hazır sergileri Siirt’e taşımaya ve bu sergiler vesilesiyle fotoğraf üzerine sohbetler düzenlemeye ne dersiniz? Aklıma ilk gelen sergi ve önerim Fotoğrafevi’ne: Fotoğrafevi’nin 25 Aralık 2004- 22 Ocak 2005 tarihleri arasında Bahçeşehir Üniversitesi Beşiktaş Kampüsü’nde açtığı “Fotoğraflarla Yaşayanlar” başlıklı koleksiyon sergisi. “Fotoğraflarla Yaşayanlar” Fotoğrafevi koleksiyonunda fotoğrafları bulunan 50 fotoğrafçının fotoğraflarından oluşan zengin bir sergiydi. Siirt’e de böyle bir ilkle başlamak neden olmasın? Serginin başında ve sonunda sergiye katılan 50 kişiden 10 kişi Siirt’e gitse ve fotoğraf üzerine Siirtlilerle konuşsa, onlarla diğer fotoğralarını ve fotoğraf üzerine düşüncelerini paylaşsa bu az şey midir? İkinci önerim ise Geniş Açı’ya: zaten gezgin-dolaşan bir sergi olan Genç Soluklar-II’nin de yolunun bir gün Siirt’e düşmesi. Siirt’te olduğumuz zaman içinde nasıl heyecanlı oldukları gözlerinden o kadar belliydi ki!  Bizleri  ne kadar merakla bekliyor olduklarını konuşmaya başladığımız ilk andan itibaren sanırım hepimiz hissettik. 2 gün boyunca sohbetlerimizin ana eksenini çoğunlukla fotoğraf ve Siirt’te fotoğraf üzerine yapılabilecekler oluşturdu. Yemeğe davetli olduğumuz eve doğru giderken ve ertesi günkü şehir dolaşmalarımız sırasında şehrin yorgun, solgun dokusunun yanısıra sokakların kadınlarla olmayışı da dikkatimi çekmişti. Kadınlar sokaklarda değildi. Yıllar önce İstanbul’da, “geceleri de, sokakları da istiyoruz.” diyerek kahveleri basan kadınlar neredeydiler? Bu sorularla aynı anda, “acaba yarışmanın Siirt bölümüne hiçbir kadın fotoğrafıyla katılacak mıydı?” diye düşündüm. Değerlendirme sonrasında gördüm ki; sokaklarda görmesem de kadınlar bu yarışmaya katılmışlardı. Siirt özel bölümünde yarışmaya 86 fotoğraf gönderen 36 kişinin  9’u yani %25’i kadındı ve içlerinden bir tanesi, Çiğdem Çark, Ciran Organizasyon’un Özel Ödülü’nü kazanmıştı. Fotoğrafın bu şehre böylesi bir fotoğraf yarışmasıyla ilk defa geliyor olduğu düşünecek olursak, bir ilk yarışma için %25’lik bu oran bence önemliydi. Ve görünen oydu ki,  Siirtli kadınlar için bütün bütün “evlerinde”, “içerde” demek de pek doğru olmayacaktı.

Yavuz Arıtürk ve eşi bizleri evinde, Baro Başkanı Ali Özel ve eşiyle birlikte birbirinden güzel yöre yemekleriyle ağırladılar. Yemek sırasında bu kadar leziz yemeğin farklı evlerde, maharetli kadınlar tarafından pişirildiğini öğrendik. Sofrada az buz bir emek yoktu: özellikle perde pilavının tadını unutamayacağım.  Bu yolculuk sırasında tanıştığım kadınların  pırıl pırıllıklarına ve heyecanlarına hayran oldum. Onların gülen, soran, meraklı yüzlerinden şehre bakarken, ilk defa geldiğim bir şehri düşünürken,  bir kentin renklerinin kadınlar(ı) olmadan daha da solacağını, kadınlar da olduğunda ne kadar canlı, ne kadar rengahenk olacağını düşündüm. Fotoğrafla da çok ilgiliydiler, üzerine konuşuyor, sorular soruyorlardı ama Siirt gibi bir coğrafyada ellerine fotoğraf makinesi alıp sokaklara çıkmaları ve fotoğraf çekmeleri kolay değil gibiydi. Akıllarına dışarı çıkmak, fotoğraf çekmek ya da fotoğrafçı olmak hiç geliyor muydu, içlerinden de olsa, şimdilik sessiz, sözsüz olsa da bunu istiyor olabilirler miydi?  Çok az kaldığımız için Siirtli kadınlarla bunları konuşma fırsatım olmadı ama birgün Siirt’e bir daha gidecek olursam –ki çok isterim-, hayatın hiçbir alanının olamayacağı gibi fotoğrafın da kadınlarsız olamayacağı üzerine, fotoğraf üzerine onlarla çok konuşmak isterim.

Hayatımın belki de en anlamlı jüri üyeliğini yaptığımı düşündüğüm bu yarışmanın ardından İstanbul’a dönerken yol boyunca, bir şeyle ilk defa karşılaşıyor olmanın verdiği başkalaştırıcı ve insanı büyüten, değiştiren ve zenginleştiren şeylerin belki küçük ama ne kadar önemli olduğunu;  AB diye çırpındığımız günlerin içinden ve Siirt’ten Türkiye’ye baktığımda, bu ülkenin sadece İstanbul’dan (belki ardından da Ankara, İzmir, Adana ve Antalya’dan) ibaret olmadığını, olmaması gerektiğini; kuzeyini, güneyini, ortasını ve doğusunu bu kadar ihmal edip, görmezden geldikçe, her anlamda çok daha gerilere düşeceğimizi, bu kadar eşitsizliğin, (geride) bırakılmışlığın ve ilgisizliğin çok başka güçleri harekete geçirebileceğini düşündüm.

 

Laleper Aytek  

2004