|

Türkiye'de Fotoğrafın Karşı Kıyısı

Fotoğrafın 200 yıla yaklaşan uzun tarihine baktığımızda, sekiz saatlik poz süresi sonunda Niépce’nin tespit ettiği ilk fotoğraftan (Gras’da, Saint-Loup-de-Varennes’teki evinin penceresinden görünüm, 1826/7) ve fotoğrafın icadının (François Arago tarafından) 19 Ağustos 1839‘da, Bilimler ve Güzel Sanatlar akademilerinin törensel birleşik oturumunda duyurulduğu ve tescillendiği günden bu yana geçen 170 yılda, fotoğrafın dünyada izlediği, gerçekleştirdiği ve tanığı olduğu dönüşüm ve değişimin, Türkiye coğrafyasında, suretin yasak olduğu, duvarlara resim asılmasının günah sayıldığı, padişah portrelerinin üzerlerinin örtüldüğü Osmanlı’dan başlayarak, pek çok alanda olduğu gibi fotoğraf alanında da gerçekleş-e-memiş olduğunu, tek tük, cılız seslerin ve görüntülerin bir araya geldiklerinde bir gelenek oluşturmanın ötesinde, daha çok karışık, tanımsız, dar, tektip bir görüş alanı için(d)e sıkışıp kaldığını görüyoruz.

 

Fotoğrafa başından beri başkalarınınkinden farklı bir algıyla baktığımız, üstelik ısrarla bu yaklaşımla fotoğraflar çektiğimiz ve Türkiye’deki fotoğrafın dünya fotoğrafı içindeki yeri ve karşılığı üzerine hiç düşünmediğimiz içindir ki, bugün, 2010’a bir kala bir Türkiye fotoğrafı’ndan, Türkiye’de bir fotoğraf geleneğinden söz edemiyoruz. Dün hiç edemiyorduk, bu gidişle yarın da edebileceğimiz şüpheli. Peki, bu körlük, bu özel olanı yok sayma, kişiselleştirmekten bunca kaçınma ve genelgeçer, hatta basmakalıp değerlendirmelerle, Türkiye’ye fotoğrafı yerleştirmeme çabaları niye acaba? Bu yasaklamalar, reddetmeler, bu hayalsizlikler ve dar alanlarda bunca kısa paslaşma niye? Dünya fotoğrafı almış başını (hayallerimizin ötesinde, alışık olmadığımız tekinsizliklerde bizi bırakıp, bir görüntüyle aslında nasıl da hayırlı bir karmaşaya sürüklendiğimizin ve fotoğrafın ancak bu tür belirsizliklerden çıkabileceğini bile fark etmeksizin) giderken, fotoğrafçılar her gün daha fazla gelişen kişisel bakış açılarını ve sözlerini tüm dünyaya bakarak ve dünya ölçeğinde değerlendirerek işlerine yansıtırken, bizim bu tek katmanlılığımız, yüzeyde olanı kazıyarak altını görmekten kaçışımız niye?

 

Fotoğraf, kendimizde ortaya çıkar-a-madığınız tam tersine özenle uzak tuttuğumuz, sakladığımız şeylere rağmen yapılabilir mi? Bu, “mış gibi” yapmanın ötesine geçen bir eylem olabilir mi? Bu, bize farklı bir ufuk çizgisi kazandırabilir mi? Bu kadar kolaycı bir yaklaşımı benimseyip, geliştirene, üflesen yıkılacak anlayışları temellendirene ve onların esiri olana kadar, bundan sonrayı kendimize bakmayışımızın nedenlerini sorgulayarak kurgulasak daha doğru bir adım atmış olmaz mıyız? Niye bu ısrar, bu korku? Ya da Doğu toplumlarına özgü cemaat ruhundan kurtulamıyor olmak niye? Bir türlü bireyselleşememekten mi? Derinleşmek yerine giderek yüzeyselleşerek kolayına kaçmak, herhangi bir iz oluşturmamak ve olabildiğince dışardan bakarak bu sınırlar dışında yapılan şeyleri sistematik olarak izlememek, reddetmek yüzünden mi? Bu sözler oldukça ağır farkındayım ama yüzyıldan fazladır,  fotoğrafın bulunuşundan ve Türkiye sınırları içinde kendini gösterdiği Osmanlı’dan bu yana üzerimize serpilmiş ölü toprağını kaldırmanın zamanı gelmedi mi artık? Başka bakmalara da ihtiyacımız yok mu? Ve buna zaten çok geç kalınmadı mı? Daha neyi ve ne zaman farketmeyi beklemekteyiz? Birilerinin bir gün gelip bizi keşfetmesini, “vay siz-ler ne mühim fotoğrafçılarmışsınız, ne eşsiz fotoğraflar çekmişsiniz ve bizler de bunu nasıl görmemişiz, anlamamışız!!!” demesini mi? Anlaşılmamış kıymetler olmayı, ruhumuzun derinliklerine sinmiş olan, “Türkiye’yi en iyi Türk fotoğrafçılar çeker!” bağnazlık ve tutuculuğunu ve sürekli bizim dışımızdakileri  suçlayarak, topu hep taca atmayı daha ne kadar sürdürmeyi düşünüyoruz? Peki ya, kendimize böyle uzaktan bakmayı? Yalnızca dışarıyı seyretmeyi?, “içeride” olmayanı “dışardan” kabul etmeyi, dışlamayı, ama içimizde olanları, fırtınalarımızı, kaygılarımızı hiç sorgulamamayı, kaçmayı ve sürekli “bizden olmayanların ötekileştirilmesi“ tuzağına düşmeyi daha ne kadar sürdüreceğiz?... Fotoğrafı düşünmenin önündeki en büyük engelin aslında kendimiz olduğunu görmemiz için daha kaç yüzyıl geçmesi gerekecek?

 

Ben 20 yıldır bu temel sorun üzerine düşünüp, sorular sorup duruyorum ve hala cevabını bulabilmiş değilim. Bizler yani Türkiye sınırları içinde doğan ve fotoğraf çekmeye bu topraklarda, bu kültürde ve bu ülkenin koşullarında başlamış ve sürdüren insanlar, bu kadar mıyız? Bizlerden bundan fazlası, farklısı çıkmaz mı? Başka sorularımız, farklı kaygılarımız yok mudur? Kendimizi özenle yerleştirdiğimiz “fildişi kuleden” çıkmayı, önce kendimize ve dünyaya bakmayı sonra da bugüne kadar sormadığımız soruları  sormayı daha ne kadar erteleyeceğiz? Dünya bizden ayrı bir yer değil, o dünyada fotoğraf çeken fotoğrafçılar da bizden başka yaratıklar değiller!!! Onlar da aynı havayı soluyor, aynı dünya üzerinde dolaşarak çekiyorlar fotoğraflarını (ama farklı yaklaştıkları, fotoğrafı, dünyayı ve tabii hayatı farklı algıladıkları ve farklı sorular sordukları ve en önemlisi de bütün bunların doğal bir sonucu olarak çok farklı işler ürettikleri kesin).  E, o zaman, dünyaya bu tepeden bakışımızın dayanak noktası nedir? Kim bize bu içi boş, kof üstünlüğü, bu sorgulamama lüksünü bahşetti? Kendimizi böyle bir yere nasıl konumladık?

                 

Öncelikle Fransa, İngiltere, Almanya ve ABD’de gelişerek yerleşen 150 yılı aşkın bir fotoğraf geleneğinden söz ediyoruz. Fotoğraf 1850‘lerle birlikte (yani keşfin ilanından on-onbeş yıl gibi kısa bir süre sonra), teknikte belirli bir yol katedilmesinden kısa bir sure sonra, Martin Gasser’in tanımıyla, 3.evreye yani; “görüntü olarak fotoğrafın tarihi”ne geçilir. [1] Nadar, Disdéri gibi Fransız portre fotoğrafçılarıyla başladığını söyleyebileceğimiz bu dönem, bizi bugünün subjektif, o kişiye ait/özel fotoğrafına yakınlaştıran ilk adımlardır. Her ne kadar fotoğrafın icad edildiği yıllarda işin tekniğini geliştirmeye yönelik daha çok fotoğraf çekilmiş ve teknolojisi üzerine daha fazla yayın yapılmış olsa da (yani fotoğrafın “nasıl”ı daha öncelikli olsa da), kısa bir süre sonra fotoğrafçıların, görüntü olarak fotoğrafın derdine düştüklerini (yani “nasıl”ıyla birlikte, “ne” çekiyor olduklarını da önemsemeye başladıklarını) fark ediyoruz. Yani kısaca dünyada fotoğrafçılar ürettikleri görüntüler üzerine düşünmeye başlamaya, “görüntü nedir, ben ne çekiyorum, neyi, niye çekiyorum, böyle çekerek neyi anlatmak ya da göstermek istiyorum, tercihlerim, yaklaşımım ve birkimim neleri farklılaştırıyor?” üzerine düşünerek fotoğraf çekmeye neredeyse teknik gelişmelerle birlikte başlamışlardır.

 

Bizde ise Osmanlı’dan başlayarak hep “dış dünyanın belgelenmesi, kayıtlara geçirilmesi” öncelikli olmuştur. Engin Özendes’in Osmanlı İmparatorlu’unda fotoğrafçılığı ayrıntılarıyla anlattığı 2 önemli kitabından yola çıkarak [2], o döneme, fotoğrafın bulunduğu yıllarda görüntüyle ilgili önemli gelişmelerin Osmanlı’daki yansımalarına ve karşılığına kısaca bir göz atacak olursak:

 

“1840’ların başında İSTANBUL kozmopolit, batı etkilerine açık ve kendisiyle ilgili seyahatnameler ve gravürler sayesinde Batı’da görüntüsüne aşina olunmuş bir kent olma özelliğini taşıyordu. Ne var ki İmparatorluk, “Doğu Meselesi” etrafında düğümlenen belirsizlikleri de bünyesinde taşıyordu.

 

Osmanlı İmparatorluğu’nun sonlarına doğru gerilemenin “batılaşamamak” olduğuna inanan yöneticiler, Avrupa’dan pekçok uzman getirerek, askeri, ekonomik ve sosyal alanda önemli görevlere atadılar. Osmanlı’da büyük bir yenilenme hareketi başladı. Reformlar ve yenilikler Osmanlı yönetiminden gelmekteydi, halkın bunları kabullenmesi ise zaman içinde olacaktı.

 

Kur’anda resmi yasaklayan bir ayet yoktur. İslamda resim yapmak değil, resme tapmak yasaklanmıştır. Kur’anda olmamakla birlikte bazı bazı hadislerle canlı varlıkların resimlerini yapanların, Allah’la yaratmada böy ölçüşmeye kalktıkları için kötü kişi olduklarını ve bu kişilerin kıyamet günü yaptıkları tasvirlere can vermek zorunda kalacaklarını, bunu başaramayacakları için de cehennem azabı çekeceklerini belirtmişlerdir. Bir müslüman’ın insan ve hayvan resmi çizmesi veya fotoğrafını çekmesi haram kabul edilmektedir. Osmanlı İmparatorluğu halkı arasında olan Musevilerin dininde de tasvir kesinlikle yasaklanıyordu. Camilerde hiç figür yoktur. İşte bu dini nedenlerle ilk fotoğrafçılar Müslümanlar ve Museviler arasından çıkmadı. Osmanlı topraklarına gezginler yolu ile girmiş olan fotoğraf öncelikle Hıristiyan dinine mensup topluluklar, Ermeni ve Rumlar tarafından başlatılmış oldu.

 

Ermeniler daha çok eczacı ve kimyagerdiler, bu nedenle ilk bulunduğu yıllarda kimya bilgisi isteyen daguerrotype’a geçmeleri kolay oldu. Ermeni aileler İmparatorluğun çeşitli şehirlerinde yaşayan (Diyarbakır, Sivas, Trabzon, Elazığ) çocuklarını İstanbul’a meslek öğrenmek üzere gönderirlerdi. Bu gençler o yıllarda yeni açılmış olan Ermeni fotoğrafhanelerinde çırak olarak çalıştılar. Özellikle Abdullah Biraderler’in stüdyolarında yetişen pekçok öğrenci fotoğrafçılığı bir Ermeni tekeli haline getirdi. Müslümanlar ticaretle fazla uğraşmıyorlardı. Daha çok geleneksel askerlik mesleğini, garanti geliri olan memuriyeti ve ulemadan olmayı seçtiler.

 

1841’de Daguerre’in öğrencilerinden KOMPA isimli Fransız bir fotoğrafçı İstanbul’a yerleşir. Pera’ya yerleşir, fotoğraf dersleri vermekte ve malzeme satmaktadır. Yarım asır boyunca fotoğrafçılar Batının iş, eğlence ve buluşma merkezi olan Pera’ya yerleşeceklerdir. Türkiye’de fotoğrafçılığın Abdullah Biraderler’in 1858’de Pera’ya yerleşip, Asmalımesçit’te ilk stüdyolarını açmalarıyla başladığı söylenir.

İstanbul kenti giderek artan oranda merak konusu oluyor, aynı zamanda da Anadolu arşınlanmaya ve fihriste geçirilmeye başlanıyordu.

28 Ekim 1839’da Takvim-i Vekayi gazetesinin 186. sayısında fotoğrafın bulunuşu duyurulur:

“Bir adam düşüncelerini dikkatle bir noktada toplayıp kanalize etmiş ki, iş acaip bir sanata yönelmiş, sonunda CİLVELİ BİR AYNA ortaya çıkmış.”

Fransız Daguerre 20 yıl uğraşarak;“Cismin görüntüsünü ışıktan arındırılmış büyük veya küçük kutu şeklinde olan aletin önündeki camdan geçerek içerde resmolunur. Içeri yansıyan resmin bir satıh (cilveli ayna) üzerinde zaptolunması için bazı eczaların hazırlanması gerekir. Bakır levhaya sürülen maddeye iyot ismi verilir. Bu levha iyodun buharına birkaç dakika tutulduktan sonra hemen karanlık kutuya konur. Beş dakika müddetle kutunun penceresinden geçen görüntü resimlenir” = DAGUERROTYPE.

Talbot isimli bir İngiliz de güneş ışığını aynı biçimde kullanır.

Abdülmecit’ten sonra tahta Abdülaziz geçer. Abdülaziz Avrupa’yı ziyaret eden ilk Sultan’dır. Abdülaziz’den sonra tahta V.Murad, ardından da II.Abdülhamit çıkar. Sultan II.Abdülhamit Osmalı’da fotoğrafın en büyük destekleyicisi ve koruyucusu oldu. Kendisi de fotoğraf çekiyordu. İşte Sultan II. Abdülhamit’in fotoğrafa verdiği bu olağanüstü önem, bu sanatın, döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nda süratle gelişmesini sağladı. Fotoğrafçılara ülkedeki olayları ve temel kurumları belgeleme görevi verdi. Donanma gemileri, askeri kuruluşlar, fabrikalar, devlet binaları, okul, karakol, cami, arkeolojik görünüm ve doğa fotoğrafları çektirdi. Bu dönemde çekilen fotoğraflar bugün İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde bulunan 800 civarında “Yıldız Albümleri”ndedir. 1850’lerin sonuna doğru fotoğrafçılık faaliyetleri, en azından İstanbul’da, ilk kalkış noktalarını bulmuştur. Bu ilk önceleri yabancıların eseridir (gezginler, görevliler, Tanzimat programlarında çalışan mühendis veya teknisyenler). Ardından gelenler ise, yerel olmakla birlikte kültürel ve dini azınlıklar (çoğunluğu Ermeni ve Ortodoks Rum) arasından çıkmıştır. Bir Müslüman Türk’ün fotoğrafçılık çevresine girişi, ancak Rahmizade Bahattin ile 1910’da mümkün olmuştur.

İlk gezginler genellikle; manzara, Galata Köprüsü, müslüman mezarlıklar, Haliç’in yelkenlerle dolu şiirsel görüntüleri, Anadolu kentleri, İstanbul kıyıları, Galata ve Beyazıd Kulelerinden görüntüler, arkeolojik yapılar, İslam mimarisinden örnekler, yalı, saray, kasır, köşkleri fotoğrafladılar.  Fotoğrafçılık 1870’lerle birlikte kendi temposunu yakalamıştı. Fotoğraflara giderek yeni bir unsur daha ilave edildi: İNSANLA BİRLİKTE ÇEVRE. Batılı gezginler İslam dünyasını tanıdıkça çekingenliklerini üzerlerinden atıp, makinelerini sokaktaki insanlara da yöneltmeye başlamışlardı. Anıt, çarşı, sokak, köy manzaraları ve tarihi çevre insanla birlikte fotoğraflanmaya başlandı.

Çevrenin belgelenmesinden sonra görüntüye giren insan’la birlikte portrecilik, stüdyo fotoğrafçılığı doğdu.

Stüdyo fotoğrafçılığının yaygınlaşmasıyla birlikte; simitçi, saka, kasap, berber, şerbetçi, baca temizleyicisi, bozacı, hamal tipleri çekilmeye başlandı.

Cami, sokak, kahvehane, panaroma, köpek, mezarlık, tersane, fabrika, hastane, okul, modern yapılar, köprü ve istasyonların fotoğrafları çekildi.” [3]

Osmanlı’da fotoğraflanan daha çok tatlı sular, kıyılar, yapılar, çeşmeler, Boğaziçi, panaromalar yani hep uzaktakiler, yalnızca belgelemeleme amacıyla ve yalnızca öncelikli görüntüler resmedildi (bugün Türkiye’de bir fotoğraf geleneğinden söz edemiyor oluşumuzun asıl ve gerçek nedeni de bu bence!). O günlerden bugüne miras kalan ise bir tutukluk, tutuculuk, kapalılık, ölçülülük ve uzak olma, dışarıdan bakma hali…

Türkiye’de fotoğrafın (ve fotoğrafçılığın) böylesi bir tür yanılsama ortamında başladığını ve gelişemediğini söyleyebiliriz. Bu tutukluğun, ilk başlarda yeni keşfi ve tekniği anlama çabasından kaynaklanan geçici bir durum olduğu da düşünülebilir-di. Ancak bu durumun bütün yüzyıla yayılarak, Türkiye’de üretilen fotoğrafa kolaycılık biçiminde sindiğini ve büyük ölçüde bugün de devam etmekte olduğunu düşünürsek, Türkiye’de fotoğrafın o ilk yılların çok da fazla ötesine geçememiş olduğunu söylemek, ağır olmakla birlikte, sanırım yanlış bir değerlendirme olmaz. Bu çerçevenin dışında tutulması gereken fotoğrafçılar ve işleri mutlaka var-dır, ancak etkileri bugün de sürmekte olan benzer bir yaklaşımın izleri, bize istisnaların kaideyi maalesef bu konuda da bozmadığını ve Türkiye’de bir fotoğraf geleneği oluşturmaya yetecek çoğunlukta sorgulayan, tartışan, kavga eden ve bilmediğinin peşinden gitmeye istekli istisnai bir fotoğrafçı grubunun da olmadığı sonucuna götürmektedir.

 

Ara Güler’in fotoğraflarını ve fotoğrafçılığına bu bağlamda baktığımızda; ilk önce, biz reddetsek bile, Ara Güler’in kendini neden sadece foto muhabiri olarak tanımladığını anlamamız zor değil. Ardından, derdinin bir yandan da fotoğrafın “nasıl”ı üzerine odaklandığını da söylemek mümkün. Ara Güler’in fotoğrafları sadece tespit etmenin, dönemi yahut olayları kayda geçirmenin ötesinde, “görüntü olarak bir fotoğrafla neyi, nasıl anlatmak istediğini” dert etmiş fotoğraflardır... Kendi bunu hiç dile getirmese ve adeta bundan özellikle ve özenle kaçıyormuşcasına bir yaklaşım sergiliyor olsa da... Yani Ara Güler için, ne çektiği ile birlikte, aslında nasıl çektiği de önemlidir. Bunu, fotoğraflarına dikkatle bakan bir göz kolaylıkla ayırdedebilir. Ara Güler ilk baştan beri kendine ait fotoğrafın peşinde olmuş, kendi fotoğrafını da bu yakın ilişkiyle oluşturmuştur. Ara Güler ısrarla ve yıllardır söylediği “fotoğraf sanat değildir” sözlerinde neredeyse önemsizleştirilen fotoğrafın ve fotoğrafçının salt tespit etme, kayda geçirme özelliği çoğu fotoğrafçıyı çıldırtır ancak, o dönemler Türkiyesi’ne, Türkiye’de fotoğrafın nerede olduğuna ve nasıl algılandığına bakarak, bu ifadeler üzerine bir daha düşünüp, fotoğraflarına yeniden baktığımızda, Ara Güler’in fotoğrafçılığında bu sözlerin aslında bizim anladığımız biçimde bir mana taşımadığını anlarız (ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz).

Ara Güler, Türkiye’de fotoğraf yapan fotoğrafçılar arasında “karşı kıyıya” geçebilmiş önemli bir fotoğrafçıdır.

Fotoğrafın “karşı kıyısı” bir yanıyla tehlikeli ama bir yanıyla da çok çekici. Tehlikeli, çünkü doğrudan fotoğrafçıyla ilgili; fotoğrafçının hayata bakışı, hayattaki duruşu, soru(n)ları, zayıf yanları, korkuları, tutkuları, öfkesi, sevinci, aşkları, beceriksizlikleri, sessizlikleri, yalanları, yalnızlıkları, tutunamayışı yani kendine ait hayatıyla belki de o güne kadar yapmadığı ya da ertelediği tekinsiz pek çok karşılaşmayla ilgili. Yani yüzleşmek, karşı-laşmak ve kendinde olanı, kendine ait olanı aramak, bulmak, sorgulamak, ortaya çıkarmak ve onun peşinden türlü, çeşitli iç-seyirlere dalmak, kaybolmak, tekrar bulmak ve tekrar kaybetmek... Yani özel olanın, içinde olanın peşinden gitmek, genel olandan kaçmak, tektipleşmeye, klişe ifadelere ve görüntülere teslim olmamak ve en önemlisi de, sınırları zorlamak...

İşte fotoğraf buradan ve ancak bundan sonra gel(ebil)ir. Ara Güler bence, farkında olarak ya da olmayarak, bütün bunları yapmış ve sürekli olarak, fotoğrafla kurduğu sahici ilişkinin kıyısında yaşamış bir fotoğrafçıdır. Bütün bunları bu şekliyle Ara Güler ile belki tartışamazsınız, ama fotoğrafları üzerinden böyle bir okumaya girmek, yaklaşımını ve fotoğraflarını doğru anlamak açısından bence hem çok gerekli hem de çok önemli.

 

Laleper Aytek

2009

 

 

[1] Martin Gasser fotoğrafın 100 yılı, 1839-1939 için 3 evre tanımlar: 1. Öncelikli tartışma: Fotografik görüntüyü ilk kim tespit etti?, 2. Yöntemler ve tekniklerin gelişim tarihi ve 3. Görüntü olarak fotoğrafın tarihi. “Photography: A Critical Introduction”, 2nd. Edition, Edited by Liz Wells, Routledge 2000.

[2] Engin Özendes, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Fotoğrafçılık (1839-1919)”, İletişim Yayınları, 2.Baskı, 1995; Osmanlı Bankası ve İstanbul Fransız Kültür Merkezi’nin katkılarıyla, Pierre de Gigord’un koleksiyonundan seçilen fotoğraflarla düzenlenen “Images d’Empire... Türkiye’de Fotoğrafın Öncüleri”  sergisi kitap-kataloğu.

[3] Yazının ana tezini oluşturan, tırnak içinde ve italik olarak yazıya dahil edilen bölümler, Engin Özendes’in, 2.dipnotta anılan kitaplarından alıntılanarak yapılan kapsamlı bir özettir.