|

Bir şehri bırakmak

Sevmediğimden, değil.

Özlemeyeceğimden, değil.

Yaşarken ne çok şeyden vazgeçer insan.

Ne çok şeyi geride bırakır.

Hatırladıkça içini (çok) üzer ve hala yaralı kalabilir.

Ama bu gitmek öyle değil. Norveç’te üniversite sonrasında geçen 5 yılı dışarda tutarsam, doğduğumdan beri yaşadığım, yollarında yürüdüğüm, sevindiğim, kavuştuğum, ağladığım, ayrıldığım, fotoğrafa başladığım, en çok fotoğrafı çektiğim, pek çok heyecan ve hayal kırıklarını yaşadığım, aşık olduğum, yazılar yazdığım, toplantılara katıldığım, filmler izlediğim, şarkılar dinlediğim, sessiz kaldığım, deniz kenarlarını, gecesini, gündüzünü ve kalabalıklarını çok sevdiğim ama özellikle de yaşım ilerledikçe bazen  yorulduğumu hissedip adeta soluksuz kaldığım bu şehr-i İstanbul’u geride bırakırken, ilk defa bir lüks yaşıyor ve yüreğimin götürdüğü yere doğru yola çıkmaya hazırlanıyorum.

İstanbul gibi bir şehrin kolay kolay bırakılamayacağını bilecek kadar çok yaşadım bu  şehirde. Bu şehrin bana oldukça cömert davrandığını, güzel yerlerinde yaşattığını, güzel insanlarla buluşturduğunu hiç unutmayacağım. Tüm bunlar böyle yaşanmasaydı, bugün değil bir başka şehre doğru yola çıkmak, bir başka sokağa bile taşınamadan, hatta İstanbul’u bile göremeden yaşamaya devam ediyor olabilirdim pekala. Üniversiteye girdiğim yıl okulun nüfusu dokuzyüzdü. Bugünse nüfusunun 20.000’e ulaştığı söyleniyor. İstanbul’un da ortalama bu hızla büyüdüğünü, kalabalıklaştığını, değiştiğini hep birlikte yaşarken bile, bu şehrin içten bir tebessümü olduğunu, sabahının erkeninde ya da gecenin bir yarısında her baktığınızda size bir başka şey söylediğini düşündüm İstanbul’un.

Herşeyi olduğu gibi bu şehri de yapanlar insanlar(ı) oldu benim için. 5 yıl keyifle çalıştığım Kadın Eserleri Kütüphanesi’nden ayrılırken bir son toplantıda söylendiği gibi; “insanlar gider, mekanlar baki kalır.”  olmadı benim için, daha doğrusu olamadı. Çok sevdiğim yalnızlığımla birlikte insanlara bağlı yaşadım hayatımı. Onların olması hep “fark” etti benim için. Onlar olmasaydı bu ben olmazdım, biliyorum. “Ben” olmama katkıda bulunan insanlarla birlikte ve bu şehirde yaşıyor olmaktan hep mutlu oldum. Ama 5 yıl kaldığım Oslo’da  yaşamayı da çok sevmiştim. O yıllar, bana kattıkları ve tanıttıklarıyla kendimle ilk olarak karşılaştığım yıllar olmuştu.

sonra:

   İnsanlar(ı) olmadan şehirlerin derin nefes alamadığını düşündüm.

Yapılanların, kurulanların, söylenenlerin, farkedilenlerin, yazılanların, fotoğrafların ve yüzlerdeki tebessümün ne kadar  uzak(ta) olabileceğini farkettim.

   Akıllarda kalan daima sevgi olmalıyken öyle olmadığını gördüm.

Yüreğimizl(/d)e hissetiğimiz kadarının izleriydi hayallerimizi çoğaltan ve içimize sığmayan yaşam(a)ları bize  veren. Bir de bir fotoğrafı fotoğraf yapan, sonraya bırakan.

Yaşadıklarım ve öğrendiklerim bana duygularımı ertelemeden yol almayı öğretti.

Nefretin ve öfkenin büyütebildiği hiçbir şeye şahit olmadım ama yüzlere vuran küçük bir tebessümün, içten gelen bir aşkın, kendiliğinden çoğalabilen bir sevginin ta kendisi olduğunu gördüm.

Hayata ve fotoğrafa dair hemen herşeye ilk önce yüreğimle bakmaya başladığım, başlayabildiğim kırklı yaşlarımı belki de bu  yüzden çok seviyorum. Bunları düşünürken Mercan Dede’den Nar-ı Aşk çalıyor. Parçayla ilgili bir bilgi var mı diye CD’nin kapağına bakarken şimdi sizlere de aktaracağım duygularla karşılaşmam biliyorum tesadüf değil. Bir yerlerde, bir duyguda, bir aşkta(n) taşınan bu ortaklığa bakıyorum: “açabildiğiniz kadar açın sesi... Nar-ı Aşk’ı yani Gülistan’ı çalın. Deliler gibi dans edin, hoplayıp zıplayın, gülümseyin.................................. kalbinizde aşk filizlenmeye başlasın, şimdi kimi arayacağınızı düşünün, ne güzellik yapacağınızı.....”

Ve sanki kırk iki yıl sonra bir ses kulağıma (hem de ) ilk defa “yüreğinin götürdüğü yere git” diye fısıldıyordu. Ve bu ses sanki İstanbul’da içinde “ben” olmadan geçip giden iki yıldan sonra “mutlu sonu/başlangıcı” hazırlayan bir ilk fısıltı gibiydi. Ülkede yaşanan ekonomik krizin ilk günlerinde ve sayıları kısa bir sürede yüz binleri bulacak işsizler ordusunun bir elemanı olarak, bu iki yılda ne fotoğrafa ne de başka herhangi bir şeye dair yapmadığım şeylerin ardından içime adını tam da koyamadığım bir hiçbir yerdelik duygusu yerleşmişti. Adeta durmuştum, hareketsizdim. Nefes alıyor, uyuyor, yemek yiyor, arada bir dışarıya çıkıyor, bir yerlere gidiyor ve arkadaşlarımı da görüyordum ama daha çok “içerideydim”. Hayattan ve kendimden oldukça uzakta, bir suskunluktaydım. Bu, oldukça uzun süren renksiz, çoğalmasız ve tek sesli gidişata (gerileme, durma ya da çöküş galiba bu durumu daha doğru karşılayan sözcükler) benden başka kimsenin “dur, ne yapıyorsun, yeter!” diyemeyeceğini farkettiğimde şöyle düşündüm: “demek ki” dedim, “bu, böyle geçirilecek bir zamandı, hayıflanmaya, sıkılmaya ve niye böyle yaptım ve zamanımı böyle harcadım” diye kendime kızmaya, bir de bu döngüye girmeme hiç gerek yoktu. İstanbul dışına çıkmadığım bu iki yılın sonunda bir hava  değişikliği olsun diye bir haftalığına gittiğim Bodrum’a yerleşmeye bundan 3 hafta sonraki ikinci gidişimin son günlerinde karar verdim. Bu aslında herkesin sandığı gibi üç haftada değil, bundan çok daha uzun bir sürede, 2 yıl + 1 ayda alınmış bir karardı. Kararı ilk duyan herkes için gerçek bir sürpriz olmasının nedeni galiba 2 yıl içinde Bodrum’dan ya da bir yere gitmekten söz bile etmeyen benim (son iki yılda ne’den söz etmiştim ki!!!)  “yüreğimin götürdüğü yere gidiyor” olduğumu bir anda, son anda açıklamamın şoku olsa gerekti. Uzun bir zamanın ardından ilk defa kendim için ve bir şey yapmaya doğru bir karar alıyordum. Kararımın radikal bir karar olduğunun, bugüne kadar yaşadığımdan farklı bir tempoda, farklı insanlarla (daha küçük, daha az, daha sade...) yaşayacağım doğruydu. Ama bu karar içimi öyle rahatlatmış, öyle iyi gelmişti ki! Yaşadıkça ve zamanla alıştıkça bana giderek daha da iyi geleceğini hissediyordum. Üniversite yıllarındaki gitmemi saymazsam, İstanbul’u bırakmaya ilk defa karar veriyordum. İstanbul’a oranla oldukça küçük bir yerde yaşayacak olmanın bana ne kadar uygun olduğunu, orada yapıp yapamayacağımı, ne(ler) yapabileceğimi, hayatımı nasıl kazanacağımı, bu kararın erken alınmış bir karar olup olmadığını, sadece şehirde yaşamış biri olarak yaşayabileceğim zorlukları ve son iki yılda İstanbul’da herşeyle olduğu gibi fotoğrafla da durmaya yüz tutan ilişki(sizliği)min böyle küçük bir kasabada nasıl yürüyeceğini ve şimdi aklıma gelmeyen pekçok başka sorunun cevabını ben de çok merak ediyordum. Ve bu sorular beni uzun zamandır olmadığı kadar heyecanlandırıyordu da... Yeni bir şeyleri yaşamaya başlamak, yeni sorular sormak ve bu yaşamak içindeki kendimi izlemek, görmek (kendimle) bilmediğim karşılaşmalara vesile olabilirdi. Bir tek şeyi biliyordum: (bazı insanların aklından geçtiği gibi) herhangi bir şeyden kaçmadığımı, nereye gidersem kendimle gideceğimi ve kendimi de götüreceğimi. Bu karar galiba içimdeki vazgeçmişliğin, durmanın ve beni hareketsizleştiren 2 yılın öcü gibiydi. Bir şey benim için çok netti: İstanbul’da da kalsam, Bodrum’a ya da bilmediğim bir başka kente de gitsem artık istediğim bir “kariyer” hayatı değildi. Bundan 14 yıl önce, ilk başlarda çok istediğim halde akademisyen olmaktan vazgeçerek, fotoğraf(çılık) yapma kararı ile Norveç’ten Türkiye’ye dönerken de benzer bir yol ayrımında durduğumu hatırlıyorum. O zamanki tercihim de “kariyer” olmamış, iyi maaşı olan, düzenli, garantili bir işe rahatlıkla girebilecekken, profesyonel anlamda fazla bilgi ve deneyimin olmadığı  ve sektörden kimseleri de tanımadığım halde, çok sevdiğim, yapmak istediğim ancak o güne kadar daha çok ilgili bir amatör olarak uğraştığım fotoğrafçılığı profesyonel olarak yapmaya karar vermiştim.

O yılların (15 yıl öncesinin) bugünden çok önemli bir farkı vardı: o yıllar hayatı ve hayata tutunmayı öğrenmemin düşe kalka ilk yıllarıydı. Hem iş, hem de yaşam(ak) anlamında çok öğretici geçen ilk yıllarda (tüm acemiliklerim, hiç bilmediklerim, hatalarım ve hep karşıma çıkan “peki şimdi ne yapacağım?” cevapsız sorusu ile) fotoğrafı pek çok kereler bırakma noktasına kadar gelsem de, sonunda hep inandığım ve yapmak istediğim şeylerden (hemen) vazgeçmeme inadımın da farkına vardım. Çok ve içimden istemediğim bir işe ve/ya yaşamaya tutunmamın sonrası olmayabilirdi. Her olmayışı yahut kendi yapamadıklarımı tesadüflere, şansa, dış kişi ve sebeplere bağlamak, ardından  (farkına bile varmadan) kendimden uzaklaşmam da çok mümkündü. Üstelik bu hem daha kolay, hem de daha rahat bir yol olabilirdi. Çabasız, zorlanmasız ve topu her seferinde taca atarak!

Birden 20 yıl öncesine döndüğümün farkındayım ama biraz da şundan; Bodrum’a gitme kararını ilk duyduğunda bana: (bunu içinden  çok istemediğini bilsem de)  “kendini nerede daha mutlu, daha iyi hissedeceksen oraya git, orada ol!” diyen ilk (ve belki de tek) kişi olan annemin bana böyle inanıyor olmasının, benim istediklerimi yapmaktan kolayca vazgeçmememde, “yüreğimin götürdüğü yere git”me iç sesimi duymamda ve hayatı(mı) böyle yaşıyor olmamda önemli bir katkısı olduğunu düşünüyorum. Bugünse fotoğraf(çılık) yapıyor olmaktan, fotoğraf çekmekten, çektiklerimi beğenmeyip, kendime doğru yolculuğun çok önemsediğim bir adımı olarak: içinde daha ben olan fotoğraflara, görüntülere ve bakmalara yönelmekten, fotoğraf üzerine yazı yazıyor olmaktan, içimdeki gitgeller, çelişkiler, sorular, yalnızlıklar, (bazen huysuzluklar), huzursuzluklar ve heyecanlarımla öyle iyiyim ki!

Bodrum giderek sadeleştiğimi hissettiğim, fazlalıklarımdan arınmaya başladığım zamanların kendisi oldu, oluyor. Bodrum’da yaşamaya karar verdikten sonra fotoğraftan kopmadım (en azından bir soru böylece cevaplanmış oldu!), tam tersine, İstanbul’da, son yıllarda, özellikle fotoğraf olarak yapmadıklarımın acısını çıkartırcasına, 1,5 yıla 4 kişisel, 2 karma (bir tanesi 2004 yılının başında gerçekleşen ve önemli bulduğum “Celebration of Turkish Photography in B&W” adlı Londra’da St.Martin-in-the-Fields Galeri’de açılan sergi) fotoğraf sergisi, fotoğraf üzerine pek çok yazı ve gerçekleştirilmek üzere sırada bekleyen pek çok proje sığdı. Kendim olmaya ve kendimdekileri görmeye başladıkça(iç-seyir keyfi), daha az olmanın bana ne kadar iyi geliyor olduğunu da fark etmeye başladım. Bu sürecin aslında kendime, içime, iste(di)klerime, unuttuklarıma, ertelediklerime bir ayna tutma süreci olduğunu düşünüyorum. Aynadaki suretime her geçen gün daha cesaretle, daha korkmadan bakabildiğimi gördüğüm, giderek kendimden daha az kaçtığım, tüm keşifleri, ilkleri, zorlukları, bilinmeyenleri ve yepyeni soruları ve mutluluklarıyla gerçek bir karşılaşma, yüzleşme zamanı.

İstanbul gibi bir megapole  dışardan bakmaya başladıkça,  insanların kendilerinden iyice uzaklaşabileceklerini görmeye başladım; pratik hayatın insanları gerginleştiren yanını, bir telaş ve koşturma içinde hiçbir şeye yetişememe ve özellikle de kendine (hiç) zaman ayıramama şikayetlerine dışardan gördükçe bu iç-seyir giderek daha meraklı, daha heyecanlı, daha keyifli bir hal aldı. Bir yandan iç-sakinliğim ve iç-huzurum artarken, diğer yandan da hayata olan bağlılığım artmaya başladı. İnsanı öğüten karambol şehir hayatında farkına varmadan bağımlılıklar artıyor, insanlar kalabalıklar içinde yapayalnızlaşıyordu. Herkes herşeyden  ve en çok da birbirlerinden çok şikayet ediyor, birbirlerine kızıyordu. Hiçbir şey iyi gitmiyordu ve ol(a)mayanlar nedense hep ötekiler yüzündendi. Yüzler gülmüyor ve İstanbul giderek asık suratlı bir insanlar şehrine dönüşüyordu.

İstanbul’dan bakıldığında, bir hafta, on gün ya da bir aylığına; bir bölüm insanın dinlenmek ama oldukça büyük bir bölümünün de çılgınca eğlenmek, bir gecelik ve hafif aşklar yaşamak, dağıtmak, şehirde geçen günlerin ve yoğun iş temposunun yorgunluk ve stresini atmak üzere geldiklerini söyledikleri Bodrum’un onca kalabalık ve gürültü içinde hiç farkedilmeyen, gözden bütünüyle kaçan ve bilinen bu 3 yaz ayı dışındaki 9 ayda öyle farklı bir hayatı ve temposu var ki! İstanbul ve birkaç büyük şehirden gelenler kaldıkları o kısa sürelerde (Göltürkbükü, Gümüşlük, Yalıkavak ve Gündoğan’ı adeta istila edip -ya da kapatıp mı demeliydim- bir mikro İstanbul oluşturduktan sonra) Bodrum’da da benzer bir kalabalık ve trafikle aynı kaosu yaratmayı ve yaşamayı başarıyorlar. Ve bu sahici olmayan yaşama(lar) hayatımıza: “nerdeee o eski Bodrum?” ya da “Bodrum’un da çivisi çıktı!” benzeri veciz başlıklar eşliğinde kaleme alınan ve yozlaşma üzerine derin tahlil ve değerlendirmelerin yapıldığı gazete-köşe ya da hafta sonu hafif yazıları ve düşünceleri olarak karışıyor. Bodrum’u bu hale getirenler gerçekten kim? Ötekiler mi? Kimbilir belki de... Bodrum yılın kalan 9 ayında dışardan gelenler için yaşamazken, yokken, içindekiler için, bizler için gerçek bir yaşama zamanı yazsonuyla birlikte başlıyor: kalabalıklarsız, sessiz, sakin, trafiksiz, iki üç saatte pek çok işin rahatlıkla halledilebildiği, kendi zamanlarımızın olabildiği, güneşin kendini daha cömertçe gösterdiği bir yaşama zamanı (tam bu noktada söylenebilecek en doğru şey galiba: hiçbir şeyin dışarıdan göründüğü gibi olmadığı).

Bence gerçek çoğalma kendimizi bir gün kendimizden kaçmadığımız bir yaşamaya bilerek ve isteyerek bıraktığımızda, bırakabildiğimizde, bence gerçek çoğalma ondan sonra başlıyor. Bu hayatın neyini ne kadar istiyor olduğumuz, bundan sonra neleri, nasıl, kiminle ya da kimlerle yaşamak istediğimiz, içimizde tüm karışıklıklarda unutulmuş, ertelenmiş sesler, sözler, “gibi” yaptıklarımız, gör(e)mediklerimiz, bıraktıklarımız, vazgeçtiklerimiz, oynadıklarımız, çok sevdiklerimiz, sustuklarımız, yaz(a)madıklarımız, henüz tanı(ş)madıklarımız, kendimizden bekle(me)diklerimiz, yok saydıklarımız, o güne kadar önemsediklerimizin önemsizliği, hiç önemsemediklerimizin ve fark etmediklerimizinse hayata bakışımızı, içlerimizi ve yaklaşımımızı dönüştürücü gücü, inandıklarımız, sorularımız, korkularımız yani hayatta kendimizi gerçekte nasıl ve nerede görmek istediğimiz, bence ancak o zaman bir bir ortaya çıkmaya başlıyor. İnsan ancak hazır ifadelerinden soyunmaya başladıkça, her azalmanın bir çoğalma olduğunu öğreniyor. Öğrendikçe kendiyle ilgili daha da meraklanıyor ve bilmediği öteki (iç) yolculuklara doğru yol almak istiyor. Bodrum galiba benim için böylesi yolculukların sürpriz olduğu kadar şaşırtan ve iyi gelen bir durağı oldu benim için.

Eminim İstanbul tüm anlattıklarımdan sonra artık kendisini bıraktığımı düşünmeyecektir.

 

Laleper Aytek

şubat 2004